ABD her seferinde Türkiye’yi iten taraf oldu. 2012’den bu yana Türkiye her türlü çabasına rağmen, en önemli müttefikinden beklediği asgari iyi niyeti ve müttefikliğe yakışan davranışı göremedi.
Ortada bir çekişme varsa bunun en az iki aktif tarafı vardır; gerçekleşmesi için en az iki aktör gerekir. Ama Türkiye ile ABD arasında son dönemde yaşanan çekişmeye bakacak olursanız, bunun büyük oranda tek taraflı bir ilişki biçimi olduğu görülür. ABD her seferinde Türkiye’yi iten taraf oldu. 2012’den bu yana Türkiye her türlü çabasına rağmen, en önemli müttefikinden beklediği asgari iyi niyeti ve müttefikliğe yakışan davranışı göremedi.
Türkiye’nin dış politikasını ve müttefikleriyle olan ilişkilerini eleştirebilecek tonlarca başlık bulabilirsiniz. Ama Türk-Amerikan ilişkileri bunlardan biri değil. ABD bu ilişkiyi sürekli bozmaya çalıştı. İç savaş başladığında ABD ile birlikte Türkiye Suriye’de demokratikleşmeyi destekledi. Fakat Amerikan tarafı Suriye’de demokrasinin kendi çıkarına olmadığını düşündüğü anda siyaset değiştirdi. Buna rağmen, yeni siyasetine davet etmek yerine Türkiye’yi aldatmaya çalıştı. Uçuşa yasak bölge ilan edilmesi taleplerini değerlendiriyormuş gibi yaparak zaman kaybettirdi. Eğit-donat programını bile Türkiye’yi oyalamak için sahneye koydu. Beraber çıktığı yolculukta Türkiye’yi yalnız bıraktı. Türkiye’nin tek başına Suriye’de askeri yükümlülüklere girmesini istedi. Türkiye de bunu kabul etmeyince “hayal kırıklığına uğradık” deyiverdi. Türkiye beraber hareket edelim derken, ABD PYD gibi bir terör örgütüne yatırım yaptı. O günden bu güne, Ankara Washington’a derdini anlatmaya çalışıyor. PYD’nin PKK’dan bağımsız olmadığına müttefikini ikna etmeye çalışıyor. Fakat Amerikalılar kulaklarını tıkadı. Duymazdan geliyor.
Obama döneminde Türkiye-ABD ilişkileri böylesine gerildi. Trump iktidara geldiğinde yeni bir soluk, yeni bir siyaset doğar mı diye, Türkiye tekrar beyaz bir sayfa açmayı denedi. Tam Erdoğan ve Trump’ın ilk görüşmesine saatler kala, Trump PYD’ye yapılacak en büyük silah sevkiyatını onayladı. Türk tarafında soğuk duş etkisi yaratan bu duruma rağmen, Türkiye hâlâ ilişkiye bir şans daha vermeyi denedi. Trump’tan hem PYD/PKK konusunda hem de FETÖ konusunda yeni adımlar atması istendi. Fakat ABD ipe un sermeye devam etti. Böyle bir ortamda ilişkiler vize krizine kadar geldi.
Bu tarihi akış içinde bakarsanız, Türkiye’nin bu ilişkiyi tamir etmek için elinden geleni yaptığı, fakat Amerikan tarafının sürekli ilişkiyi sabote ettiği ortaya çıkar. Yaklaşık altı yıllık bir sürece yayılabilecek olan bu gerilim üç farklı aşamadan geçti. Üç farklı Amerikan siyaseti, üç farklı ilişki biçimi doğurdu. Birinci dönem Türkiye’yi öne sürme dönemiydi. İkinci dönem Türkiye’ye karşı aktif tavır alma dönemiydi. Şimdi üçüncü döneme geçildi: Bu ise ‘siyasetsizlik dönemi’. İlk dönem Suriye’deki demokratikleşme hareketiyle başladı. Arap Baharı başladığında Obama’nın demokratikleşme çabalarına destek verdiği görülüyordu. Esasında bu tarihte Türkiye’nin Ortadoğu’daki komşularıyla oldukça iyi ilişkileri vardı. Bunların bozulmasından endişe duyuyordu. Bu nedenle tereddütle yaklaştı. Fakat Tunus, Libya, Mısır gibi ülkelerde yaşananlardan sonra, tarihi akış içinde Suriye’de de aynısının olacağı fikri yaygınlık kazandı. ABD Türkiye’yi Suriye’de aktif bir tutum takınmaya zorladı. Suriye rejimiyle ilişkilerini tarihinin en iyi düzeyine getirmiş olan Türkiye yumuşak bir geçişi destekledi. Fakat iç savaş patladığı andan itibaren Türkiye bu sürecin ABD ile aynı cephede parçası oldu. Esed’in Suriye üzerindeki kontrolü zayıfladı. Tam iktidarı kaybetmek üzereyken, Amerikalılar rahatsız olmaya başladı. Çünkü ABD, Esed gittiğinde yerine gelebilecek bir iktidarı kontrol edemeyeceğini anlayınca taraf değiştirdi. İran’a ve Rusya’ya yaklaştı. Rusya’nın Suriye’ye müdahalesine bile göz yumdu. Bu tarihten sonra Türkiye’yi oyalamaya başladı. Fakat o tarihlerde henüz açıkça Türkiye’yi karşısına almıyordu. Türkiye ile aynı safta olduğu imasında bulunuyordu.
İkinci aşama, Obama’nın Türkiye’ye karşı aktif bir tavır aldığı dönemdir. PYD’ye verilen destek daha açık bir hâl aldı. Hem Amerikan medyasında hem de Amerikan siyasetinde açıktan Türkiye karşıtlığı yapılmaya başlandı. Obama yaptığı bir açıklamada Türkiye’nin kendisi için bir “hayal kırıklığı” olduğunu söyledi; Erdoğan “muazzam ordusu” ile Suriye’de görev yapmalıydı, dedi. Hemen ardından Türkiye’ye yönelik baskı zirveye ulaştı. Aynı dönemde Türkiye ile Rusya ise büyük bir kriz yaşıyordu. Bu krizden de faydalanan ABD, Türkiye’yi yalnızlaştırma siyasetine hız verdi. Türkiye demokratikleşmeyi destekleyen tek aktör olarak kaldı. Yalnız bırakıldığı yetmezmiş gibi, Türkiye DEAŞ’a destek verdiği imalarına maruz bırakıldı. Türkiye uzun süre üstündeki bu şüpheleri kaldırmakla boğuştu. Her hafta batı medyasında Erdoğan karşıtı yazılar ve resimler çıkmaya başladı. Aynı dönemde PYD’nin alanı sürekli genişletildi. Öncelikle Fırat’ın doğu tarafında PYD’nin alan tutması sağlandı. Sonra Ayn el Arab (Kobani) üzerinden dünya kamuoyunda ciddi bir imaj çalışması yapıldı. PYD’ye verilen destek meşrulaştırılmaya çalışıldı. Türkiye Fırat’ın doğu yakasındaki bu eylemleri eleştirirken, PYD’nin Batı’ya geçme çabaları ortaya çıktı. ABD’nin desteğiyle PYD Münbiç’e geçti. Afrin kantonu ile birleşip Türkiye’nin güney sınırını bütünüyle ele geçirmenin peşine düştü. Aynı tarihlerde Türkiye başka bir terör örgütünün saldırısına uğradı. 15 Temmuz 2016’da lideri ABD’de oturan FETÖ darbe teşebbüsünde bulundu. Amerikan tarafı darbe püskürtülene kadar bir açıklama yapmadı. Demokratik seçimle gelen bir iktidarın ordu içindeki bir klik tarafından devrilme çabasında bile ABD demokrasiyi desteklemedi. Yine aynı dönemde Türkiye DEAŞ’ın da saldırısı altındaydı. Yol tükendi ve Türkiye yeni bir tercih yaptı. Darbenin hemen ardından Türkiye Rusya’ya döndü. Müttefikinin kendine açıktan saldırmasına artık bir cevap vermek zorundaydı. Rusya ile yapılan görüşmelerin ardından Fırat Kalkanı operasyonu başladı. DEAŞ Türkiye’nin sınırından atıldı. PYD’nin hedeflediği koridoru kurması engellendi. Rusya ve İran ile normalleşme sağlandı. ABD DEAŞ’a karşı yapılan bu operasyona açıktan karşı koyamadı, fakat çok rahatsız oldu. Bütün planlar bozuldu. Obama’nın gidişine kadar da ortaya yeni bir plan çıkmadı. ABD Suriye’de PYD’yi desteklemeye devam ettiği gibi, FETÖ’yü de korumaya aldı. FETÖ liderinin iadesi konusunda meselenin hukuki bir mesele olduğu söyleniyor. Fakat buna rağmen hâlâ hukuki hiçbir adım atılmadı. Türkiye tarafından verilen dosyalar adliyeye aktarılmadı.
Obama’nın gidişiyle üçüncü aşamanın kapısı aralandı. Trump seçimleri kazandığında, yeni bir hükümetin kurulması yeni bir siyaset getirebilirdi. Fakat Trump bir türlü iktidar olamadı. Bir yıla yakın zaman geçti. Ama ne iç siyasette ne de dış siyasette kontrolü ele alabilmiş değil. Alacak gibi de görünmüyor. Kendisine içeriden yapılan saldırıların altında bir varoluş mücadelesi veriyor. Bakanlarını kaybediyor, bakanları birbirleriyle mücadele ediyor, Trump kendi bakanlarıyla kavga ediyor. Hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir durum ortaya çıkıyor. Dünyanın en güçlü ve en iyi organize olmuş devleti çökmüş görüntüsü veriyor. Siyaset ülkeye hâkim olamıyor. İktidar boşluk kabul etmiyor. Siyasetin dolduramadığı boşluğu bürokratlar dolduruyor. Bu duruma “ABD’nin derin devleti kontrolü ele geçirdi” demek çok doğru değil. Aksine, Obama döneminden kalma bürokratların zihin dünyası varlığını sürdürüyor. Dikkat edilecek olursa, McGurk, Vottel gibi isimler ABD’nin Ortadoğu siyasetindeki en önemli aktörler haline geliverdi. John Bass, Philip Gordon ve Colin Kahl gibi isimlerin de dâhil olduğu bu zihin dünyası Obama döneminden kalma düşmanlıkları devam ettirmeye çalışıyor. Tillerson ve onun dışişleri bakanlığı da bu siyasete uyum sağlarken, Pentagon kendi başına başka bir yaklaşımın peşinde. Fakat o da kendisini inşa edip doğru düzgün bir siyaseti ortaya koyamadı. Pentagon ayrı bir dil konuşurken, dış işleri bakanlığı ayrı bir dil konuşuyor. Trump bambaşka işlerin peşinden koşuyor. Ortaya siyasetsizlik resmi çıkıyor. Herkes bu çerçevede ABD’nin ne yapmaya çalıştığını kavramakta güçlük çekiyor. Bu boşluk hali, en çok da bölge ülkelerine zarar veriyor.
Dışişleri bakanlığı vize kararının sadece Bass’a ait olmadığını, merkezle irtibat halinde alındığını açıkladı. Fakat dışişleri bakanlığı (öyle olmasa bile) böyle bir açıklama yapacaktı. “Merkezin haberi yoktu” diye bir açıklama zaten yapılmaz. Ama dikkat edilecek olursa Türkiye’ye karşı atılan adım son derece “diplomatik bir adım.” Madem ki bu, merkezden alınan bir karar, öyleyse neden diplomatik teamüle uygun bir şekilde dışişleri bakanlığı bir tepki göstermedi de sadece Türkiye’deki büyükelçiliğin işleviyle ilgili bir karar alındı? Bu bile tek başına, bu kararın arkasında Bass’ın olduğunu, merkeze kadar götürüldüğünde bile ancak Tillerson’a kadar ulaştırılabileceğini gösterir. Trump’a belki bilgi verilmiştir, ama Trump hatırlamıyor bile olabilir.
Bu siyasetsizlik hali devam ederken, Türkiye-ABD ilişkileri de zehirlemeye devam ediyor. Şimdilik zararı bölge ülkeleri görüyor ama bunun ABD için de bir bedeli olacaktır.
kaynak: AA