Kudüs kararı, PYD/PKK ile ilişkiler ve İslamofobi örneklerinde görüldüğü gibi, kendi adımlarıyla yalnızlaşan ABD, jeopolitiğin önüne koymakta olduğu dengeler pekiştikçe, yalnızlığının maliyetlerini daha derinden idrak edebilir.
TIME’ın “Amerika, bir başına/Amerika, yalnız” ifade ve mesajını taşıyan kapağı, aslında dergi editörlerinin muradlarının da hadisenin Türkiye’den bakıldığında genel algılanışının da hayli ötesinde çok katmanlı bir meseleyi işaret ediyor.
Ülkelerindeki sıcak iktidar kavgasına taraf olan Amerikan medyası, arkasındaki dinamikler demetini neredeyse yok sayarak kişisel bir nefret odağı üzerinden dış politika konuşmayı avantajlı buluyor. Ancak Trump figürünün günah galerisi ve yetersizlikleri, kendisini başkanlığa yükselten siyasi enerjinin tamamen geçici olduğu anlamına gelmiyor. Küreselleşme projesinin ve etnik-demografik değişim gibi bağlantılı meselelerin sonuçları tarafından tetiklenen tepkiler, Amerikan tarihi boyunca varolagelmiş bir dünya görüşüne yaklaşık yetmiş yıllık fasılanın ardından siyasi cazibe kazandırdı. Trump iktidarını yitirse bile “liberal elitlere karşı isyanın” son bulacağını söylemek zor. Bu gerilim hattında muhaliflerin “yalnızlaşma” saydıkları şeyi, karşısındakiler “özgürleşme” olarak okuyorlar. Aşağıdaki izahların ardından daha net görüleceği üzere, her iki kampa ait perspektiflerin de Türkiye’nin dış politikada vurguladığı kimlik referansları bakımından gerilim üreten/üretecek özellikleri var.
Trump’ı koçbaşı yapan siyasi dalga
Trump’ı iktidar koltuğuna doğru iten Beyaz Amerikan ulusalcılığıyla bağlantılı refleksler, “liberal uluslararasıcılığa” daha başgösterdiği ilk dönemde başarıyla göğüs germişlerdi. Wilson’ın teklifiyle hayat bulan Milletler Cemiyeti’nin kuruluş sürecine ait zamanla hafızalardan silinen “ırkların eşitliği” tartışması, bu bakımdan hatırlanmaya değerdir. ABD Başkanı Wilson’ın I. Dünya Savaşı henüz devam ederken yaptığı açıklamalar, ideolojiler çağına giren dünyada geniş bir kamuoyu ilgisine mazhar olmuştu. 1917’de şöyle diyordu Wilson: ““Yalnızca eşitler arasındaki bir barış kalıcı olabilir…; Barış, milletlerin eşitliği üzerine kurulmak zorundadır…; Teati edilen garantiler büyük milletlerle küçükler, güçlülerle zayıflar arasında bir farklılık ne tanımalı, ne de ima etmelidir.”
Nutuklardaki bu ve benzer ifadelerle cesaretlenen Japon delegasyonu, Milletler Cemiyeti Anlaşması’nın giriş kısmına “ırkların eşitliği” ilkesinin konulmasını istediğinde ise ortalık karışmıştı. Japonlar, artık modernleşen bir ulus olmalarına rağmen uluslararası konferanslarda eşit muamele görmediklerinden şikayetçiydiler. Ayrıca, Japon vatandaşlarına göç ettikleri ülkelerde “beyaz” olmamaları sebebiyle diğer göçmenlere nazaran daha kötü davranılıyordu. Paris’te Japonya’nın teklifi tartışılırken ABD’de ise Asyalı göçmenlere karşı çıkan hareket gücünü koruyordu. Özellikle Kaliforniya, uzun bir müddet bu meseleye kilitlenmişti. Ülke genelinde siyahlara yönelik ırk ayrımı ise zaten devam ediyordu.
Wilson’ın uzlaşma önerisi, “pratik açıdan mümkün durumlarda” ırklara değil ama milliyetlere (yabancı ülkelerin vatandaşlarına) eşit muamele yapılmasını öngörüyordu. Ancak, zevahiri kurtaran bu metin bile Milletler Cemiyeti Anlaşması’nda yer alamadı, İngiltere’nin de katkısıyla reddedildi. Buna rağmen Wilson, Japon tasarısıyla tedirginliği perçinlenmiş Kongre’nin ırk meselesi, göç ve ticaretle ilgili kaygılardan beslenen “egemenlik hassasiyetlerini” aşarak ülkesini insanlığa önerdiği Milletler Cemiyeti’nin üyesi yapamadı. Liberal uluslararasıcılık, dünya dengeleri içinde eline geçen fırsatı, ulusal düzeydeki zayıflığı sebebiyle kullanamamıştı.
İki savaş arası dönemde Amerikan toplum ve siyaseti üzerindeki etkinliklerini perçinleyen elitler, II. Dünya Savaşı sonrasında benzer bir reaksiyonla karşılaşmaksızın vizyonlarına uygun bir dünya düzeninin inşasını başardılar. Merkezinde ABD’nin yer aldığı bu sistem; yalnızca zorlayıcı güce dayanmaması, ideolojik ortaklaşma, iktidarın içerde ve dışarda kurallar ve kurumlar aracılığıyla kullanılması vaadi ve sistem içi pazarlıklara yer açması gibi özellikleriyle ‘hegemonik’ bir mahiyete sahipti. İttifak ve ortaklıklar sistemi, kademelendirilmiş bir dünya tasavvuruna dayanıyordu. Merkezdeki ABD ile Avrupa’nın ortaklığı, “Batılı çekirdeğe” hayat veriyordu. Japonya ve Güney Kore de kurumsal açıdan bu çekirdeğin parçasıydılar. Türkiye ise Batılı kurumlarda yer almasına rağmen “iki cihan âresinde” sayılan kimliği sebebiyle en dış halkada görülüyordu. Ortak düşman kabul edilen Sovyetler’e karşı dayanışma motivasyonunun da katkısıyla bu sistem, çatısı altındaki ülkelerin ekonomiye bakışlarını ve çıkarlarını tarif ediş biçimlerini benzeştirdi. En azından sistemin çekirdeğe yakın kısmında bir “güvenlik topluluğu” inşa etti.
ABD’de bu mimariyi destekleyen ve muhafazasını isteyen liberal uluslararasıcılar, sistemin devam ettirilmesinden yanalar. Çekirdekteki Amerikan gücünün göreli azalışının bu şekilde telafi edilebileceğini, Rusya ve Çin gibi rakiplerin de zamanla sistemin parçasına dönüşerek tehdit olmaktan çıkabileceklerini düşünüyorlar. Şimdiye kadar, yükselen güçlerin entegrasyonu için çevreleme, teması arttırma, yönlendirme ve sosyalleştirme gibi safhaları içeren stratejileri savundular. Bu çerçevede, ilişki kurulacak ülkelerdeki elitlerin Amerikan liberalizminin evrenselleştirilmiş versiyonları etrafında sosyalleştirilmeleri, entegre ve asimile edilmeleri gibi diplomatik maharet ve incelik isteyen uzun vadeli projelere yatırım yaptılar.
Sahip oldukları kozmopolit vizyon gereği, göçmen akışına yönelik itirazları daha az, uluslararası serbest ticarete ve çok taraflı anlaşmalara dayanan rejimleri de sürdürmek istiyorlar. Bu kampın daha radikal unsurları, ABD’ninki dahil, ulus devletlerin egemenlikleri iyice sınırlanırken küresel yönetişim mekanizmalarının güçlenerek hakim konuma geçecekleri bir geleceği arzu ediyorlar. Kimlik ve özgürlük tartışmalarında etnisite, cinsiyet meseleleri gibi alanları parlatırken millî âidiyetleri ve kozmopolit vizyonla uyumsuz dinî tasavvurları problem sayıyorlar.
II. Dünya Savaşı’ndan bu tarafa muhtelif versiyonlarıyla iktidarda olan liberal uluslararasıcı politikaların Washington bakımından olumsuz sonuçları, nihayetinde Amerikan ulusalcılığını rakip sıfatıyla yeniden siyaset sahnesine davet etti. Rusya ve Çin başta olmak üzere, farklı medeniyet havzalarından yükselen güçlerin uluslararası kurumlardaki mevcudiyetleri ve sosyalleşme süreçleri, kimliklerini Batı’daki güvenlik endişelerini bastıracak ölçüde dönüştürmeye yetmemişti. Küreselleşme sebebiyle işler ABD’den dışarıya doğru akarken, göçmenler ise bu ülkeye akın akın gelmeyi sürdürüyorlardı. Bu akış, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında şahit olunanlara benzer biçimde, Amerikan toplumunun belirli bölümlerinde kimlik kaybetme/ikincilleşme kaygılarını da tetikledi. Bir asır önce Asyalı göçmenler kastedilerek kullanılan “sarı sürü” gibi ırkçı kavramların, hispanikleri, müslümanları ve başka “b.. çukuru ülkeler”den gelenleri hedef tahtasına koyan versiyonları, gündelik argodan siyasetin diline terfi etti. ABD’nin dışarıdaki savaşlarını, 2008 krizinin uzun vadeli tesirlerini ve bir dizi başka sebebi de bu resme ekleyebiliriz.
Söz konusu manzaraya tepki duyarak Trump’ı koçbaşı yapan siyasi dalganın telaffuz edilen somut hedefleri arasında; sınırların tahkimi ve göçmen akışının durdurulması, ABD’nin yeni çok taraflı anlaşmalara ve uluslararası örgütlere sponsor olmaması, üyesi bulunduğu örgüt ve anlaşmaları da fayda/maliyet dengesine dikkat ederek gözden geçirmesi, gelecek için doğrudan ulusal çıkara dayalı ikili anlaşmaları tercih etmesi, müttefiklik ilişkilerinin de yine maliyetler ve beklentiler esasında tanzimi gibi uzun bir liste var. Trump’ın Meksika sınırına duvar inşa etme arzusu, ABD’ye girişin sınırlandırılmasıyla ilgili politikaları, NATO’ya ve müttefiklerine yönelik eleştirileri, Paris iklim anlaşmasından çekilişi, Amerikan sermayesini anavatanına geri çağırışı gibi vaat ve kararları bu listeyi takip ediyor.
Bu karar ve politikalara Amerikan ulusalcılığının aktüel retoriği üzerinden yaklaşmak, bazı nüansları daha doğru kavramamızı sağlayabilir. Örnek olması bakımından, Trump’ın 2017 Eylül’ündeki BM konuşmasından bazı bölümlere birlikte bakalım:
“…Dış ilişkilerde bu kurucu ‘egemenlik’ ilkesini canlandırıyoruz. Hükümetimizin birinci vazifesi kendi halkına, bizim vatandaşlarımıza karşıdır. Onların ihtiyaçlarını karşılamak, güvenliklerini garanti etmek, haklarını korumak ve değerlerini savunmaktır. ABD Başkanı olarak daima Amerika’yı ilk sıraya koyacağım.”
“…Milli devlet, insanlığın halini yükseltmek için en iyi araç olarak kalıyor…” “…Artık, ABD’nin karşılığında hiçbir şey almadığı tek taraflı bir pazarlığa giremeyiz.”
“…Güçlü, egemen ve bağımsız milletlerin, tarihlere kök salmış ve kendi kaderlerine yatırım yapmış milletlerin, fethetmek için düşmanlar değil dost olmak için müttefikler arayan milletlerin ve hepsinden önemlisi, kendi ülkeleri, vatandaşları ve insan ruhundaki en iyi şeyler için fedakarlıkta bulunmaya gönüllü kadın ve erkeklerin vatanı olan milletlerin alternatifi olamaz.”
“…Bu teşkilatın kuruluşuna sebep olan büyük zaferi anarken asla unutmamalıyız ki şerre karşı savaşan kahramanlar aynı zamanda sevdikleri milletler için savaştılar. Vatanseverlik Lehlerin Polonya’yı korumak için ölmelerini, Fransızların özgür Fransa için savaşmalarını, Britanyalıların güçlü Britanya için dayanmalarını sağladı. Bugün, eğer kendimize, kalplerimize, zihnilerimize ve milletlerimize yatırım yapmazsak, eğer kendimiz için güçlü aileler, güvenli topluluklar, sağlıklı toplumlar kurmazsak, bunu (bu tür fedakarlığı) kimse bizim için yapamaz.”
Dış politikada dar ve husumet kokulu yaklaşım
Trump yönetiminin egemenlik/egemenliğe saygı vurgusu, ilk bakışta liberal değerlerin tüm devletlerce içselleştirilmesini talep eden uluslararasıcılıktan farklılıklar vadediyor. Ancak, bu siyasetin geçmişe kıyasla daha müdahaleci/çatışmacı sonuçlar doğurabileceğini hatırda tutmalıyız. Zira Amerikan ulusalcılığının dış politika retoriği, “egemenlik”ten bahsederken kendini normatif olarak sınırlayan uluslararası hukuk, ittifak ilişkileri vb manevi bağlardan da bağımsızlığını ilan etmiş oluyor. Liberal değerlerin yayılması misyonunun terkedilişi, diğer ülkelerin egemenliklerine saygı vurgusu içermekle birlikte, egemen ABD’nin dış politikada hangi değerler ve ulusal çıkar formülasyonları ekseninde hareket edeceği sorusunu da önümüze koyuyor. İslamofobi ve PYD/PKK ile ilişkiler örneğindeki gibi kısa vadeli taktik kazançları uzun vadeli stratejik değerlendirmelerin üzerine çıkaran dar ve husumet kokulu bir yaklaşım, cevaplar arasında yer alıyor.
Örneğin Trump, “egemenlik” vurgulu çok tepki çeken adımlarından birini Kudüs konusunda attı. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını teyid etti ve Amerikan Büyükelçiliği’nin buraya taşınması için gerekli onayı verdi. Trump’ın bu kararına karşı Türkiye’nin inisiyatifiyle İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın başlattığı süreç BM’ye uzandı. BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan tasarıyı 15 üyenin 14’ü destekledi. Tüm açık tehditlere ve parmak sallamalara rağmen BM Genel Kurulu’nda yalnızca sekiz üye ABD’nin yanında oy kullandı. Söz konusu ülkelerden dördünün toplam nüfusu ise 200 bini bulmuyor. Bu yalnızlaşmaya rağmen Başkan Yardımcısı Pence’in İsrail ziyaretinde, ABD’nin Büyükelçiliğini taşıyacağı tarih de ilan edildi.
Washington’da İsrail’le özel tarihi-dini referanslar üzerinden güçlü ikili ilişkiler tesis edilirken NATO gibi kurumlara “modası geçmiş”, getirisinden çok götürüsü olan örgütler nazarıyla bakıldığı müddetçe, “tarihi müttefiklik” vurgulu çağrıların muhatapları nazarında umulan karşılığı bulamayışına şaşırmamak lazım. Ancak, ufkundaki stratejik tehditler olarak Rusya ve Çin gibi devletleri gördüğünü ilan eden ABD’nin 1945 sonrasında keşfettiği gerçekleri yeniden ve hızla hatırlamak durumunda kalabileceğini de not etmeliyiz. Soğuk Savaş döneminin tecrübeleri, büyük güçlerden kaynaklanan meydan okumaların üzerine ancak iyi örgütlenmiş ittifak sistemleriyle gitmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Kendi adımlarıyla yalnızlaşan ABD, jeopolitiğin önüne koymakta olduğu dengeler pekiştikçe, yalnızlığının maliyetlerini de daha derinden idrak edebilir.
O vakit, Amerikan siyasetinin her renginde ortak payda halinde tebarüz eden “pragmatizmin” devreye girişini ve ideolojik kaygılarla reddedilen politikaların yeniden kucaklanışını görebiliriz. Yalpalayan büyük gemilerin aynı filodaki diğerlerini ürettikleri anafora çekişi gibi, bu gel-gitler arasında yalnızlaşan ve hoyratlaşan ABD’nin zig-zagları da tüm eski müttefiklerini hasar menziline soktu. Ancak, hiçbirinin muhatap olduğu tehlike, Ankara’nın yüzleştikleriyle kıyaslanabilir boyutlarda değil. Bu sebeple, 15 Temmuz’u ve PYD/PKK tehdidini en yakıcı haliyle tecrübe eden Türkiye’ye düşen şey, gerektiğinde eski filosunu karşısına almak pahasına millî bekasına yönelik tehditlerin üzerine gitme iradesini azimle sürdürmek. Bu esnada da okyanuslara yeni/yeniden açılanlar dahil, eski-yeni hiç bir filonun rotasının bizi hedeflediğimiz sulara götürmek için ayarlanmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız
Prof. Dr. Mehmet Akif Okur, Yıldız Teknik Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanıdır
kaynak: AA