Benim Pantürkizmim ve Şariatçılığım

(Bu metin 2000 yılında, Türk komünistlerinin “Aydınlık” gazetesinde yayınlanan iftira niteliğindeki makalelere cevaben Türkiye Türkçesinde kaleme alınmıştı. Metnin aşağıdaki versiyonu dostlarımızın taleplerinde binaen, yeniden çap ediliyor. Fakat size sunulmakta olan metnin bu versiyonu günümüzün Türk dünyasındaki gerçekleri dikkate alınarak önemli ölçüde değiştirilmiştir.)

Sovyet döneminde komünistler tarafından Pan-Türkizmle suçlandım. Sonra aynı komünistler (şimdi bağimsiz devlet iktidarında bulunarak) beni şeriatçılıkta suçlamaya başladı…

Ne garip ki, Türkiye’ye geldikten sonra Türk komünistleri, Özbek gayedaşlarının korosuna katılarak beni islam fondamentalizmiyle itham edildim.

Bütün bu mefkurevi histerilere, ister istemez cevap verme zorunluluğu doğdu ve bu metni yazdım.

Evet, ben Türk Irkına aitim. Türkistan Türküyüm. Türkistan, Türklerin yaşadığı toprak demektir.

Evet bizler, 1970-80-90’li yıllarda, Türk dünyasının birleşmesini hayal etmiştik. Gençlik yıllarımızda en büyük idealimiz buydu. Biz yaşlanıyoruz, fakat idealimiz hala gençtir. Türk Dünyası’nın Birliği hayali yüreklerimizde yaşamaya devam ediyor.

“Türkistan” ve “Turan” kelimeleri hayal dünyamızdan çıkıp nihayet dünya jeopolitiğinde özne olarak yerini bulmalıdır nihayet.

Malumunuz, 1917 yılı, Vladimir Lenin’in Ekim darbesinden sonra, Bolşevikler Türkistan’ın adını değiştirdi. Bu bölgeyi beş kısma (cumhuriyetlere) ayırdı ve ona beş isim verdi.

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri halen Bolşeviklerin kendilerine dayattığı isimleri taşıyor.

Özbekistan onlardan biri. Ben bu bölgeden geliyorum.

Evet, ben Özbek Türküyüm.

Türklüğünden hiç mahcup olmayan, UTANMAYAN bir Türk. Yaradan onu bu kimlikte yarattığı için ŞÜKÜR eden bir Türk. Fakat Türk olduğu için GURUR duymayan bir Türk.

Size bu TÜRKLÜGÜNDEN UTANMAMAK, TÜRKLÜĞÜNE ŞÜKÜR ETMEK, TÜRKLÜĞÜNDEN GURUR DUYMAMAK duygusunun mahiyetini açıklamak istiyorum.

135 yıl boyunca Türkistan bir koloniydi. Önce Çarlık Rusya’sının, sonra Bolşevik Rusya`sının müstemlekesiydi Türkistan.

135 yılın otuz yılı periyodik alevlenen ve söndürülen bağımsızlık savaşları ile geçti. Türkistan halkının ayaklanmaları her zaman en kanlı şekilde bastırıldı…

Bölgenin nüfusu yoğun kültürel ve etnik asimilasyona maruz kaldı. Yerli halk mankurtlaştırılmaya çalışıldı. Rus dilini iyi bilmeyenler devletin üst kademelerinde çalışma hakkından mahrum bırakıldı.

Ancak Türkistan Atalarının konuştuğu dilden vazgeçmedi. Ne örf adetlerini ne de kökleşmiş kültürünü unuttu. Bu insanlar Türk oldukları için asla UTANMADILAR.

Evet, yukarıda, “UTANMAMAK” derken Türkün bu özelliğini kastetmiştim.
Halkımı ve beni aşağılık duygusundan koruyan Allahı’ıma şükür ediyorum. Türkün dört bin yıllık tarihine baktığımda, ŞÜKÜR duygusu daha da güçleniyor.

Düşman tarihçiler, Türkler hakkında şöyle yazmış olabilir: “Aptal Türkleri güzel sözlerle aldattık!”

“Türkleri birbirine düşürdük!”, “Türkleri sırtından bıçakladık!” vb. şeyler yazmış olabilirler….

Ancak tek bir düşman tarihçi bile şöyle yazamaz: “Türkler arkadaşlarına ihanet etti!”, “Türkler sözlerini tutmadı!”, “Türkler sadakatsiz!”, “Türkler savaşta korkaktır!”

Beni bu soylu kavmın bir parçası olarak yarattığı için Alalah’a ŞÜKÜR ediyorum. Yukarıda “Sükran”dan bahsederken kastettiğim buydu.

GURURA gelince, Türk olmaktan gurur duymuyorum. Çünkü Türklük bana ait erdem değil. Beni Türk olarak yaratan Allah’tır. Bununla gurur duymaya hakkım yok.

Bir Rus, bir Anglo-Sakson veya bir Habeşli ırkı veya milleti ile gurur duyuyorsa bu onların davası. Ben kendi ruhunu tanımaya çalışan, fakat ruhumu tam manasıyla tanıyamayan bir kulum. Ruhunu tanımaya çalışan herkes bu söylediklerimi anlar.

Kendimizi tanıyabilirsek, yaşadığımız asır bizler için mucizeler çağı olacaktır. Bu bilgi, bizi bu Yeni Çağın teknolojik büyüsüne rehin olmaktan kurtaracaktır. Bu bilgi, ırkçılığa düşmeden milli değerlerimizi muhafaza etmenin, dini fanatizme bürünmeden inancımızı koruyabilmenin üstesinden gelmemize yardımcı olacaktır.

Çağını sadece yüksek teknoloji değil, yüksek ahlak asrı yapma niyetiyle de geleceğe doğru yürüyen insan kendi misyonunu anlamış insandır.

Evet ahlak, başta siyaset olmak üzere, tüm insan faaliyetlerinin temeli olmalıdır.

Zamanımızın politikacıları siyasi inkırazların sebebini her alanda arar. Fakat işin ahlaki yönüne bakmazlar. Çünkü ahlaksızlığı bu alanda zarar verebilecek bir güç olarak görmüyorlar.

Dolayısıyla siyasette ahlak zayıflığı sıradan bir hal gibi algılanmaktadır.

Maalesef bu yaygın bir yaklaşımdır. Seküler rejimler gibi teokratik rejimlerin siyasetinde de, Doğu gibi Batıda da bu durum benimsenmiştir. Halbuki derinlemesine bakılırsa devlet ve toplumların çöküşlerinde en önemli faktörün ahlaksızlık olduğunu görebilirsiniz. Uzmanların herhangi bir devletin veya medeniyetin yok oluş nedeni olarak gösterdikleri, “ekonomik, sosyal, politik, iç ve dış” etkenlerin temelinde ahlaki faktörler yatar. Devletleri kemirip yok eden, “rüşvet” “yolsuzluk” “adaletsizlik” “zulüm” hepsi ahlaksızlığın sonuçlarıdır.

Roma’yı ateşe veren Neron’dan, Orta Asya halklarını yoksulluk ve sefalet uçurumuna getiren “Özbekbaşı”, “Türkmenbaşı” gibi komünist diktatörlere kadar hepsi ahlaksızlığın zürriyatlarıdır.

Bir zamanlar atalarımızın egemenliğinde olan devletlerin refah ve barış dönemlerine bakarsak, bu devletlerin kudretinin yüksek ahlaki ilkelere sahip kişilerin siyasetinde olduğunu görürüz.

Bu örnekler gözümüzün önünde dururken siyasi sistem ve devlet modelleri seçiminde muallak düşünmemeliyiz.

Muhakkak kurmayı hayal ettiğimiz devlet daim Hukuk Devleti olmuştur.

Ancak bu devletin temeline ahlaki değerler dahil edilmez ise, demokrasi – anarşiye, hukuk ise safsataya dönüşecektir.

Bugün Türk Dünyası, ahlaka ve ahlaklı siyasetçilere büyük ihtiyaç duymaktadır. Bu muammanın çözümü siyasi ve ekonomik sorunların çözümünden daha önemlidir.

Mesela, bugün kendi halkına zulüm uygulayan bir ”Özbekbaşı” veya ona benzer biri çıkıp “Türkistan tüm Türklerin evidir, Türkler birleşsin!” diye haykırırsa ona kimse inanmaz. Ya da boğazına kadar rüşvet ve yolsuzluk batağına batmış başka bir “baş” çıkıp: “Yaşasın, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası!” diye moral vermek isterse kimse bundan ilham almaz.

Maalesef, şimdiye kadar siyasilerimizin Türk Dünyası Entegrasyonu ile ilgili ateşli konuşmaları beklenen sonucu vermedi. Aksine içi doldurulmayan laflar kutsal gayeyi yıprattı. Yıllardır Türk Dünyası için “Ortak Alfabe” gibi basit bir projeyi bile hayata geçiremiyoruz!

Türk Cumhuriyetleri erbapları Büyük Türk Entegrasyonu için değil, yerel hükümdarlarının egosunu okşayacak yerel, “kendi alfabesini” yapmakla meşguller. Onların alfabeleri diğer Türk Devletleri alfabesinden ne kadar farklı olursa o kadar “orijinal” olurmuş. Bunların hazırladığı alfabeler Türk dillerini yakınlaştırmaktansa bir-birinden uzaklaşmaya sebeb olacağı kesin.

Yeni alfabe yaratma sürecindeki bu eğilim sonuçta Türk dillerinin harmonik özelliğine, ünlü seslerin uyumuna zarar verecektir.

Böyle bir iç sabotaj sürüyor Türk Dünyasında.

Aynı durum Türklerin dayanışma alanında da söz konusudur. Türk Dünyasının açık yarası, Doğu Türkistan yıllardır kan ağlıyor. Çin, gözümüzün önünde Uygur kardeşlerimize karşı bir soykırım politikası yürütmektedir. Türk dünyasının liderleri bu zulme karşı “milli dillerini” yutmuş durumda. Hatta bazı Türk siyasiler, Çin’in Uygurlara karşı politikasını kınayan ABD’yle alay etme cesaretini buluyorlar. ABD nin bu kınaması onun “jeopolitik çıkarları” için yaptığı bir oyunmuş!..

Peki, seni Çin zulmüne karşı inatla sessiz kalmaya zorlayan çıkar nedir? İşkence kamplarına hapsedilen yüzbinlerce kardeşlerimiz ve tecavüze uğrayan kadınlarımızın acısına kayıtsız kalmayı hangi çıkar yüzünden başarıyorsunuz?

Otuz yıl önce Türk siyasetçilerinin sözlüğünde “tutsak Türkler” ifadesi vardı.

Amerika’daki Türk sivil toplumları, yılda bir defa totaliter sistemlerin boyunduruğu altında yaşayan Türklerin haklarını savunmak için New York sokaklarına çıkıyorlardı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Sovyet Türklerinin büyük bir kısmı bağımsızlıklarını kazandılar. Ve “esir Türkler”den söz edilmemeye başlandı. Halbuki Doğu Türkistan’da yaşayan milyonlarca Uygur kardeşimiz esirliğin en dehşetli kaderini yaşamaya devam ediyor!

Maalesef, Türk Devletleri gün geçtikçe süper güçlerin tayin ettiği siyasi konjonktüre daha fazla bağımlı duruma düşmekteler.

Türk Dünyasında Türklere karşı yapılmakta olan zulüm ve adaletsizliklere karşı etkin şekilde mücadele edebilmek için güçlü sivil kuruluşların oluşturulması gerekmektedir. Bugünün talebi budur.

Evet, ben bir idealistim, Türk Dünyasının er ya da geç birleşeceğine inanan bir idealist.

Dünya böyle bir birlikten muzdarip olacaksa, ancak Avrupa Birliği’nden muzdarip olduğu kadar olur. Aksine, bundan bir yarar görecekse, eminim bu yarar AB’den gördüğü yarardan daha büyük olacaktır. Türk Dünyasının Entegrasyonu AB ülkelerinin topraklarından on kat daha büyük bir alana istikrar getirecektir. Aynı büyüklükteki alana güvenlik ve iktisadi refah yerleşecektir.

Evet, Türk Dünyası birleşmenin eşiğindedir. Bu yeni devlet silueti hayallerimizi sarar iken, yanı başımızda kardeş nefesini hissetmek ne güzel.

Benim tüm Pantürkizmim bu nefesi duyma arzusundan başka bir şey değildir.

Muhammad Salih

(2000-2021 yıllar)