Trump’ın damadı ve Yahudi lobileriyle yakın temas halinde olduğu bilinen Jared Kushner, adeta gölge dışişleri bakanı gibi hareket ederek Ortadoğu ülkeleriyle gizli görüşmeler yaptı.
Kushner’ın bu diplomasisinde çok dikkat çekici iki nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, Arap-İsrail savaşını sona erdirip bölgede yeni bir düzeni başlatma iddiasındaki “Yüzyılın Anlaşması”nın masaya yatırılması olmuştur. İkincisi ise Anlaşma’nın tarafları olan İsrail, Suudi Arabistan ve BAE’nin Ortadoğu’daki coğrafi konumlarına bakıldığında Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanması muhtemel bir enerji hattı için gerekli harita bütünlüğünün sağlandığı göze çarpmaktadır. Bu hat, İran ve Katar arasındaki bölgede bulunan zengin tabii gaz kaynaklarını Suudi Arabistan – Ürdün – İsrail ve Lübnan üzerinden Akdeniz’e bağlamayı hedeflemektedir. Zira Arap Baharı Projesi ile Suriye haritası bu maksatla kullanılamayınca ABD’nin Ortadoğu’da yeni bir oyuna başlaması gerekli görülüyordu.
Anlaşma’nın jeopolitik değeri icabı Ürdün’ün bu haritaya dahil edilmesi kaçınılmazdır. Anlaşma’yı sağlamak için Riyad, Abu Dabi ve Tel Aviv arasında işbirliği hattı döşenmeye başlandığında ABD Hükümeti, Ortadoğu siyasetini İran karşıtlığı üzerinden yürütmeye başladı. Ancak Ürdün’ün Arap – İsrail antlaşmasında küçük bir uydu halinde konumlandırılmak istenmesi, Filistinli kalabalık bir topluluğa ev sahipliği yapan Ürdün’de iktidarın işine gelmemektedir. Bu duruma endişeyle bakan Ürdün’de, Irak üzerinden İran ile ticaret geliştirmeye sıcak bakılıyor. Ancak hedeflenen yeni dönemde bölgesel liderliğe oynayan Suudi – BAE ittifakı, Katar meselesinde olduğu gibi Ürdün’ün İran ile yakınlaşmasını engellemeye çalışıyor. Ve bunun için de Ürdün’e yakın zamanlı saldırıların olması söz konusu olabilecektir.
Bu anlaşma kamuoyuna nasıl lanse edilecektir?
Yüzyılın Antlaşması`na göre, Gazze ve Batı Şeria’nın İsrail ile entegre edileceği bir planla İsrail-Filistin çatışması sona erdirilecek ve görünürde iki devletli ancak özünde İsrail’e bağlı özerk bir Filistin oluşturulacak. Projeye en büyük finans desteği Körfez’deki petrol zengini Arap ülkelerinden sağlanacak; ayrıca ABD ve AB fonlarıyla da ek destekler temin edilecek. Böylece bölgeyi çökerten Arap Baharı projesinden sonra ABD’nin himayesinde başlayacak olan Yüzyılın Anlaşması ile Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanacak büyük bir ittifak hattında, ortak çıkarlar üzerinden Arap-İsrail iş birliği sağlanmış olacak.
Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn petrolleri, Doğu Arabistan’dan başlayıp Doğu Akdeniz’e uzanan enerji hattına yüklenip Filistin’e pompalandıktan sonra, Gazze açıklarında rafinerilere ve tankerlere boşaltılacak. Bu bölgede çok sayıda Filistinli de istihdam edilip sosyal barış ortamı oluşturulacak. Buna itiraz eden Araplar ise, tabii ki “barış karşıtı teröristler” olarak ilan edilecekler. Arap dünyasında bu projeye itiraz edecek en büyük grup Müslüman Kardeşler olacağı için, projeye destek veren Arap ülkelerinde olduğu gibi, grubun ABD tarafından da “terörist” ilan edilmesi hızla gerçekleştirilecek.
Müslüman Kardeşler’e destek veren Katar “teröre destek vermek” ile baskı altına alınacak. Yüzyılın Anlaşması planında petrol boru hattı konusu ilk etapta gündeme getirilmeyecek kuşkusuz. Zira böylesine aşağılayıcı bir “barış planı”nın tüm İslam dünyasına ve Araplara kabul ettirilmesi için öncelikle konunun Filistin meselesine katkısı ön plana çıkarılacaktır; çok geçmeden de ekonomik boyutu ve jeopolitik yönleri tartışılacaktır. Buradaki en önemli unsurlardan biri, bu jeopolitik durum olacaktır. Zira Körfez petrollerinin Doğu Akdeniz’e taşınması demek, öncelikle bölgedeki petrolün -Hürmüz Boğazı baypas edileceği için – İran engeli olmadan uluslararası pazarlara satılması demektir. İkinci olarak bölgede oluşan Suudi Arabistan, BAE, Mısır, Ürdün ve İsrail eksenine büyük bir ekonomik alan açılacaktır.
Tarih tekerür mü ediyor?
Aslında bu hat, Suudi Arabistan’dan Doğu Akdeniz’e çekilen ilk enerji hattı olmayacak. 1940’ların başından itibaren Amerikan şirketleri Suudi petrolünü Avrupa’ya daha uygun ve ucuz bir güzergâh üzerinden göndermek için Dahran’dan Filistin’e uzanacak bir petrol boru hattı projesi geliştirmişti. Ancak projeyi hayata geçirmek için Londra’dan kabul almak gerekiyordu. 1944’te Başkan Roosevelt, Arap topraklarından geçecek petrol boru hattının inşası için ABD’nin Britanya ile görüşerek bu meseleyi halledeceğini ifade etti. İngilizler, ABD’nin Ortadoğu’daki yayılmacı hedeflerini kontrol altına alabilmek için Washington ile bu bölgede nasıl ortak hareket edeceklerine dair anlaşmalar yaptı. Bunun üzerine Tapline (Trans-Arabistan Pipeline) projesi hazırlandı. Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Filistin ve Lübnan toprakları projeye ev sahipliği yapacaktı. Böylece Amerikan şirketlerinin Suudi Arabistan’da çıkardıkları petrol, Filistin’de Akdeniz’e bağlanacaktı ancak 1948’de bölgede İsrail Devleti ilan edilince bu kez güzergâhta küçük bir değişiklik yapılıp hattın ucu Lübnan’a uzatıldı.
1950’de proje nihayet tamamlandı ve Arabistan’dan Akdeniz’deki tankerlerle petrol pompalanmaya başlandı. Suriye’deki mevcut hükümet ise, transit fiyat pazarlığında Amerikalılar ile anlaşamayınca CIA’in Şam’da darbecileri organize etmesi zor olmadı. Suriye’de rejim değiştirildi ve böylece projenin güvenliği sağlanmış oldu. Aynı yıl Washington ile Riyad arasında yeni anlaşmalar imzalandı. ABD, artık Ortadoğu’da İngilizlere ve Fransızlara varlığını kabul ettirmiş, bölge jeopolitiğinde hükümet değiştirme operasyonlarıyla tecrübe kazanmaya başlamıştı. İngiliz basını, bu projeyle ABD’nin Ortadoğu’daki ağırlığını artacağına dikkat çekerken Fransızlar da İngiliz-Amerikan iş birliği karşısında devre dışı tutulduklarını ima ederek memnuniyetsizliklerini ifade etmeye başlamıştı. Ancak kısa süre sonra İngiltere ile Fransa ABD’ye karşı ortak bir hamle yapacaktı.
Eğer Ortadoğu’da iddia edildiği gibi yeni bir enerji hattı inşa edilirse elbette bu hat pek çok ülke arasında yeniden karşılıklı bağımlılığı artıracaktır. İran ve Katar arasındaki gaz sahası da bu hat inşa edildikten sonra Batı’ya nakledilebilir. Zira İran petrolü 1960’lardan 1979’a kadar İsrail üzerinden Avrupa’ya gönderildiği için, bunun yeniden başlatılması, İran ile yeni bir anlaşma yapılmasına veya İran’daki rejimin devrilmesine bağlıdır. Yüzyılın Anlaşması ile Arap-İsrail ittifakını planlayan Anglo-Sakson stratejisi, hem buna itiraz eden Müslüman Kardeşler’i Arap siyasetinde devre dışına itmek hem de İran siyasetinde ABD’ye taviz vermeyen Devrim Muhafızları’nı terörist ilan ederek Tahran üzerindeki baskıyı arttırmak için harekete geçmiştir; ayrıca petrol ambargosu başlatarak İran’ı tavizli bir anlaşma masasına doğru itmektedir.
Tapline, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra açılmıştı. Arap Baharı sona erdikten sonra yeniden diriltilirse – tarihin tekerrür etmesi durumunda- bunun Ortadoğu’da yeni savaş alanları ve ihtilafların yaşanmasını engelleyeceğini söylemek zordur. İran ve Arap jeopolitiğinde bunlar yaşanırken, tam 100 yıl önce İngiliz destekli Yunan işgaliyle muhatap olan Türkiye ise, bugün Akdeniz’de enerji arama yolunda Yunanistan ve Kıbrıs ile deniz sınırlarında yeni bir anlaşmazlık sahasına çekilmektedir.
Sonuç olarak,
Biraz uluslararası hukuk bilen herkes Yüzyılın Anlaşması olarak takdim edilen planın meşruiyetten mahrum olduğunu söyleyebilir. Lakin Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması, Golan tepelerinin ilhakının ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin tanınması gibi konular da meşruiyetten uzaktı. ABD uluslararası hukuku bir kenara bırakarak bu adımları attı. Başka devletlerin ilk andaki itirazlarına rağmen bu üç husus da giderek “normal” gibi addedilme sürecine girdi. Arap yönetimlerinin büyük bölümünün bu konuyla artık eskisi kadar ilgilenmemesi ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Filistin meselesinde sözün ötesine geçememesi gibi iki gerçek var.
Filistin halkının haklarını hiçe sayan adımlar, hele Kudüs’ün statüsünün İsrail lehine tescil edilmesi teşebbüsleri, belki Arap devletlerinin yönetimlerinde değil ama halk düzeyinde artan tepkiyle karşılanacaktır. Umarım bu süreçte çok kan dökülmez.
Yenicag.info’ya özel olarak Eylem OKUMUŞ