Bu kez Keleki’ye gittiğimde, Elçibey’in evimizdeki resmi karşısında durup hayli düşündüm. Sanırım çocukken her şey daha basitti … Çocukluğumun izine düşerek onun evine gidiyorum… Çocukluğuma gidiyorum, Elçi…ye gidiyorum…
Bugün Tr.Yeniçağ.Az sizi onun hatıralarıyla dolu olan eve götürecek.
Bir aralar sosyal medyada Elçibey’in damadı tarafından paylaşılan evin resimleri gündem olmuştu. Bazıları bu durumu eleştirse de, herkes bir daha bu insanın alçakgönülllü, dünya malında gözü olmayan, biri olduğuna emin oldu.
İşte artık bu sade ve sadeliği ile de ünlü evin karşısındayız. Kapıda üç renkli bayrağımız dalgalanıyor. Bu evde yaşadığı zaman bu bayrak nice insanlar karşılamıştı… (Resimde gördüğünüz evin tamir edilmiş versiyonudur.)
Kapıda bizi Sabir bey karşılıyor. Sabir bey yıllardır bu eve bakıyor, köye gelen misafirleri eve getirerek Elçibey hakkında bilgi veriyor. Beni tanıdığı için değil, Elçibey’in yaşadığı bu evi insanlara tanıttığı için her zaman sevinçli, güler yüzlü. Ondan Elçibey hakkında öğreneceğimiz çok şey var. Zaten düşündüğüm gibi de oluyor. Ancak konuşmadan önce Elçibey’in yaşadığı, yazıp yarattığı bu odaya girmeyi çok istiyorum.
Burada tamamen başka bir dünyadayım sanki, bana diyeceksiniz ki, çok romantiksin. Yok yok, her şey bu evin aurasından, duvarlara çökmüş sevgiden. İçeri girer girmez bizi asker kiyafeti karşılıyor, evet, Elçibey sonsuzluğa kavuşuncaya kadar hep savaşa hazır bir askerdi …
Daha sonra kot ceketi beyaz ayakkabıları gözüme çarpıyor. Her seferinde bize geldiğinde babamla ve başka adamlarla uzun uzun sohbet ederlerdi, annem izin vermezdi onların yanına gitmeye. Sohbetlerine engel olmamı istemezdi. Ama benim etrafımdaki herkes onu o kadar çok seviyordu ki, ben de onunla konuşmak istiyordum. Bir seferindeyse annemin elinden kaçarak yanına koştum, küçük ellerimle elinden tutup çekmeye başladım, “Elçi gel çay iç, Elçi gel çay iç”. Eğilip yüzümden öptü, saçlarımı okşadı. Benim hafızamda onun yüzü işte böyle şefkatle kaldı … Odanın küçük olmasına bakmayın, içine neler sığmış saymakla bitmez.
Sabir beyden Elçibey’in nasıl bir insan olduğunu sorunca, yüzünde alışık olduğum tebessümle biraz susuyor. Onu anlatmaya söz bulamadığını hissediyorum. Mahalledeki sohbetlerinden özlemle söz ediyor. Genç yaşlarından vatan, millet derdini kendine gaye etmiş bu insan her yerde kendi fikirleri uğruna mücadele veriyordu. Bu küçük sokakta başlayan mücadele daha sonra üniversite sınıflarında, meydanlarda ve nihayet siyasi arenada devam etmişti.
Sabir bey “Elçibey bizden büyük olduğu için hep bize bir şeyler öğretmeye çalışır, vatan sevgisi aşılardı” diyor. Konuştukça sesi titriyor Sabir beyin, daha sonra bir anısından bahsediyor:
“Bir gün Urnus’a (Keleki’den iki köy yukarıda) ava çıkmıştık. Günün sonunda herkesi şaşırtan bir olayın şahidi olduk. Elçibey uzaktan bir av görmüş, pusuda bekliyordu. Hayvan tam da onun önünde durdu. Biz ilk önce onun yaralı veya hasta olduğunu zannettik, ama yaklaştıkça bunun böyle olmadığını gördük. Başka bir avcı bunu şans olarak algılar, hemen avını vurup yere sererdi. Ama Elçibey ona inanan, ondan kaçmayan hayvana kurşun atmayı kendisine yakıştırmadı. Ordan uzaklaştık. Elçibey işte böyle bir insandı, sadece vatana, millete değil, insana, hayvana, dilsiz doğaya de merhametli, sevgi doluydu. “
Sabir dayı konuştukça, ben kitaplara, fotoğraflara göz atıyorum. Eve gelenler işte bu deftere onunla ilgili hislerini yazıyor.
Bu köyde yoldan geçen herhangi bir orta yaşlı insandan onu sorsan, mutlaka hoş bir anısından konuşur. Siyasetten ve diğer tüm konulardan uzak, Elçibey’i bir insan gibi, bir kişilik, bir ideolog, bir aydın olarak yakından tanımak insanda tuhaf bir merak duygusu yaratıyor.
Ben babamın yüzünde korkuyu ve çaresizliği ilk kez beyin ölüm gününde görmüştüm. Bir sonraki muhattabım kendisi olacak … Keleki’nin saygın insanlarından Mirhadı Yusifov…
“Benim Elçibey’le anılarım o kadar çok ki, hepsini anlatsam, bir kitap yazılabilir. Elçibey Keleki’deyken biz onu korumayı kendi üzerimize almıştık. Bizim esas korkumuz İran’dandı, çünkü Elçibey’in en büyük sevdası Güney Azerbaycan meselesiydi. O daha Sovyet döneminden Fars şovenizmine karşı mücadeleye başlamıştı. Elçibey’in en büyük arzusu Güney Azerbaycan’la Kuzey Azerbaycan’ın kavuşmasıydı. Bize derdi ki, benim kanım da Aras çayına akmalı, Tebriz bir özgür olsun da, onun ziyaretine yalınayak gideceğim. Hatırlıyorum, 1999 yılının yazı Merdekan’daydık. “Gelin denizin kenarına gidelim” dedi. Ben, İlgar bey ve Halil bey (Elçibey’in sürücüsü) onunla beraber gittik. Halil beyden “Tebriz’im” şarkısını rica etti. Ayakkabılarını çıkarıp, pantolonunun ayaklarını azıcık kaldırdı, suya girdi. Denizin kenarında bir direk vardı, sırtını ona dayayıp durdu. Düşüncelere daldı, gözlerinden akan yaşı görsem de, görmezden geldim. Hep uzağa bakıyordu, birilerini bekliyormuş gibi. Şarkı sona erdiğinde, tekrar başlatmayı rica ediyordu. Ben daha sonra da anlıyordum, Elçibey Büyük Azerbaycan hayaline, Tebriz’ine ulaşamadığı için içten içe kötü oluyordu.”
Aytek Yusifsoy
Tr.Yeniçağ.Az
Keleki- Bakü