Cumhuriyetin kurucu ideolojisi kendisini Ortadoğu’nun ve Orta Asya’nın (ve Kafkaslar) reddi üzerinden konumlandırmıştır.
Türkiye’yi Batı Medeniyeti’nin bir parçası olarak şekillendirmeyi amaçlayan bu ideoloji kaçınılmaz olarak ülkenin bu iki coğrafya ile olan bağlarını koparmaya çabalamıştır. Bir şiar olarak sürekli zikredilen “yüzünü batıya dönme” ifadesi özel olarak seçilmiş bir söylemdir. Zira asıl işaret edilmek istenen yüzünüzü batıya döndüğünüzde arkanızda bıraktığınız coğrafyadır. Yani verilen mesaj Ortadoğu’nun da Kafkaslar’ın da artık geride bırakılacağıdır.
Ortadoğu toprakları elbette bütün semavi dinlere ev sahipliği etmiştir. Lakin İslamiyet’in doğuşu ve yayılışından itibaren bu topraklar Müslümanların anavatanı olarak görülmeye başlanmıştır. Bugün bütün kıtalara yayılmış olmasına rağmen yine de İslamiyet’ten söz edildiğinde ilk akla gelen coğrafya Ortadoğu’dur.
Kurucu ideolojinin bu coğrafya reddinin asıl sebebi, yeni kurulan Cumhuriyeti “İslamsız”laştırmaktır. Buradan anlaşılması gereken bir dinsizleştirme projesi değildir. Gerçekte yapılmak istenen bu topraklarda İslamiyet’in etkinliğini ve belirleyiciliğini azaltmak ve İslamiyet’i seyrelterek ortaya çıkacak boşlukları Batı medeniyetinin kurumları (ulus devlet, modern hukuk, rasyonellik vs) ile doldurmaktır. Dini camiye, eve ve hatta insanın kendi içine hapsetmek bu seyreltmenin yolu olarak benimsenmiştir. Bu projenin bekası elbette kaçınılmaz olarak ülkenin Ortadoğu ile bağlarının tamamen koparılmasına bağlı idi ve bu da yapılmıştır.
Ortadoğu’dan kopuş iki sac ayağı üzerine inşa edildi. Bunlardan ilki coğrafi manada kopuş, diğeri ise bu coğrafyanın Müslüman halklarından kopuş. Coğrafyanın reddi yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa coğrafyasının bir parçası olduğunun öne çıkarılması üzerinden biçimlendirildi. Aslında çok daha küçük bir parçasının Avrupa kıtasında olmasına rağmen tüm atlaslarda Türkiye Avrupa haritası içerisinde gösterildi. Eğitimde müfredatlar bu amaç ile oluşturuldu. Hakkını teslim etmek gerekir ki bu sac ayağı oldukça başarılı oldu.
Kopuşun ikinci ayağı ise maalesef bugün hepimizin utanç duyması gereken bir aşağılama ve ayrımcılık dili üzerinden geliştirildi. Yetişkinler üzerinden Müslüman Arapların bizi “kalleş”çe sırtımızdan vurduğu söylemi kullanılarak oluşturulmaya çalışılan bu dil çocuklarda çok daha “aşağılık” bir biçimde kurgulandı. Siyah köpeklere Arap ismi koyulmasından, çocukları Arap ile korkutmaya; bir çocuğu iğrendirmek için diğerinin yemeğine Arap tükürdü demesinden, eli yüzü kirli çocuklara Arap gibi olmuşun denmesine kadar bu aşağılayıcı dile onlarca örnek vermek mümkün. Bu dilin oluşturulmasındaki amaç, çocukların bilinç altına bu nefreti yerleştirmek ve geri gelmemek üzere bu kopuşu sürekli kılmak idi. Bir ölçüde bu da başarılı oldu sayılabilir.
Öyle ki halen bir Türk genci için en katlanılmaz şeylerden biri Allah muhafaza bir Batılının ona Ortadoğulu demesidir. Gençlerin bir Batılı ile ilk temaslarında öncelikle yaptıkları şey kendilerinin diğer Müslümanlardan farklı olduklarını anlatma çabalarıdır.
Burada günümüze dair şu tespiti yapmak gerekir; Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı büyük sosyolojik dönüşüm toplumun bir kesimi için bu büyük projeyi boşa çıkarmış durumdadır. Özellikle yöneticilerin bu coğrafya ile yeniden kurmaya başladıkları bağlar, eğitim müfredatlarının tekrar gözden geçirilmesi, çok sayıda Arap turistin ülkemizi ziyareti arkamızda kalan coğrafyaya da kafamızı çevirmemizi sağladı. Ancak bununla birlikte yeni bir kutuplaşmanın da konusu haline geldi. Bugün halkın bir kısmı kurucu ideolojinin o aşağılayıcı dilini farklı biçimlerde hala sürdürürken daha büyük bir çoğunluk kendisini hem Avrupa’nın hem Ortadoğu’nun hem Kafkaslar’ın asıl unsurları olarak kabul ediyor.
Bu berbat projenin başarılı ürünleri olarak “Bunları kamplarda tutun aramızda dolaşmasınlar” diyenler hala varken, kendi nüfusundan daha fazla Suriye’li Arapları bağrına basan Kilis gibi bir şehir de var. Çok şükür ki artık “projenin çocukları” azınlıktalar. Azınlıktalar ama vazgeçmiş değiller. Hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar ve tahminimizden çok daha kurnaz ve sinsiler. Şimdilerde yeni bir dil geliştiriyorlar ve maalesef sinsice bu dili yaymayı da başarmış durumdalar.
Bugün piyasaya sürdükleri yeni kavram “Ortadoğu bataklığı”. Hiç çekinmeden, hiç utanmadan ve oldukça bilinçli bir biçimde yine aynı coğrafyayı aşağılamaya devam ediyorlar. Milyonlarca insanın vatanlarına bataklık demekten en ufak bir rahatsızlık duymuyorlar. Aslında değişen hiçbir şey yok. Söylem yine aynı “Ortadoğu bir bataklık ve biz oradan uzak durmalıyız”. Onlar elbette “projenin çocukları” olarak kendilerinden bekleneni yapıyorlar ancak üzücü ve ürkütücü olan maalesef başkalarının da bu söylemi kullanıyor olması. Asıl kahredici olan kendilerini bu projenin karşısına koyanların bu sinsi ayrımcı dili benimsiyor olması.
Belki hatırlatmakta fayda olur. İstediğimiz kadar yüzümüzü Batı’ya dönelim, bu halk seccadenin başına geçtiğinde kıblesi o toprakları gösteriyor. Bu ülkenin insanları belki her gün Allah’a o toprakları görmeden ölmemek için yakarıyor. Ümmeti olmaktan gurur duydukları peygamberleri, onun göz bebeği torunları o topraklarda yatıyor. O ümmetin fertlerine o topraklara bataklık demek yakışır mı?
Türkiye ne kadar bu halkın vatanı ise, Ortadoğu’da o coğrafyanın halklarının vatanı. Bize düşen başkalarının vatanına bataklık demek değil; bu sinsi, aşağılık, ayrımcı dili ifşa etmek, mahkum etmek ve bir daha kullanılmamak üzere tarihe gömmektir.
Kaynak: superhaber
Tr.Yeniçağ.Az