Yenicag.ru-nun sorularını Türkiye Enerji Stratejileri ve Politikaları Araştırma Merkezi (TESPAM) başkanı Oğuzhan Akyener yorumluyor
– Barış Pınarı Harekâtı devam ediyor. Dünyanın gözü bu bölgede. Bu Harekât ne anlama gelmektedir? Türkiye’nin bu noktada bölgedeki diğer aktörlerden farkı nedir?
– Öncelikle unutulmamalıdır ki, bir ülke için ciddi anlamda tehdit oluşturan bir güvenlik problemini ele alır iken, ekonomik neticeler, maliyetler ve hatta diğer devletlerce ortaya konulan diplomatik tepkiler dahi ikinci planda değerlendirilir. Öncelikli olan tehdidin bertaraf edilmesidir. Bu önceliğin gerçekleşmesi için gerekli aksiyonlar alınırken ikinci plan dâhilinde değerlendirilmesi gereken konulara da odaklanılır.
Devletlerin ve devletleri oluşturan milletlerin karakterleri, tehditleri bertaraf etme usullerini belirler. Örneğin ABD, Fransa, İngiltere, Almanya gibi demokratik ve insancıl görülen birçok devletin kendileri için tehdit olarak nitelendirdikleri konularda insanlık dışı, zalimce icraatlar yaptıklarına defalarca şahit olunmuştur. Başka ülkelerin iç işlerine karışmalar, terör örgütleri kurmalar, soykırımlar, darbeler, kaoslar, iç savaşlar ve hatta dünya savaşları başlatmaya kadar giden kanlı yollar tercih edilmiştir. Bu süreçlerde de kadın-çocuk demeden, her türlü tecavüz ve katliama göz yumulmuş ve dünyaya insanlık dersi vermeye çalışan birçok sözde medeni yapı medeniyetten geçer not alamamıştır.
Bu kapsamda Suriye’deki gelişmeleri incelediğimizde, ABD öncülüğündeki Batı ittifakının desteklediği terör örgütü PYD’nin işgal ettiği ve Rusya öncülüğünde rejim güçlerinin ele geçirdiği şehirleri nasıl talan ettiklerine dikkat edilmelidir. Bu iki yapının şehirlere, insanlara ve kültürel değerlere verdiği zarar onlarca yılda dahi telafi edilemeyecek kadar büyüktür. Rusya ve ABD öncülüğünde yapılan operasyonlara kıyasla Türkiye’nin ÖSO’ya destek vererek teröristlerden temizlediği Cerablus, El-Bab, Afrin gibi şehirlere bakıldığında ise insana değer verme ve merhamet sahibi gönüllere sahip olmanın toplumsal karakter ve refleksler üzerinde nasıl etki oluşturduğu daha net görülebilecektir. Bir tarafta her müdahale ettiği yeri yaşanılmayacak cadı kazanlarına, her türlü tecavüzün, terörün ve illegalitenin merkezi haline getiren Batı aklı, diğer tarafta gittiği topraklarda zulme son veren, muhtacın elinden tutan, adaleti ve güveni götüren Türk kültürü…
Terör örgütlerinden temizlenen Cerablus, Afrin ve El-Bab gibi şehirler ile Suriye’deki diğer bütün şehirlerdeki durum kıyaslandığında bu fark rahatlıkla görülecektir. Uluslararası kamuoyunun, farklı söylemlerle algı operasyonlarına maruz kalmadan önce, bu tabloyu görmesi gerekmektedir. Çünkü hakikat budur! Adalet de hakikate bakarak hüküm vermektir! Ayrıca bölgedeki aksiyonlarının sonuçları da bir tarafa, bölgede yer alan diğer hiçbir devlet için Suriye öncelikli güvenlik sorunu olarak kabul edilemeyecektir. Ortada sadece çıkar mücadelesi bulunmaktadır.
Şimdi gelelim “Suriye’de Türkiye’nin ne işi var” konusuna, Suriye’de dış unsurların da dâhil olduğu iç savaş bütün yıkıcılığıyla devam etmektedir. Neredeyse bütün dünyanın aktif ya da pasif olarak müdahil olduğu bu süreçte bölge halkına merhametle yaklaşarak, kendi ulusal çıkarlarının yanı sıra, bölgenin de durumunu samimi bir şekilde önemseyen ve kardeşlerini muhafaza edermişçesine titizlikle hareket eden tek devlet Türkiye’dir. Ayrıca bu muamele refleksinin yanı sıra, bölgede en fazla hak iddia edebilecek, 911 km’lik bir kara sınırına sahip olan ve yaşanan çatışmalar neticesinde en fazla göçmen kabul etmek zorunda kalarak, süreçten en ağır şekilde etkilenen ve yaşananların faturasını en fazla göğüslenen ülke de hiç şüphesiz Türkiye’dir. Bunların yanı sıra, Türkiye’nin bölgede yaşayan halk ile etnik, dini ve köklü kültürel bağlarının olduğu da diğer bir gerçektir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, şayet dünya üzerinde Suriye’ye müdahale edebilme hakkı olan tek bir devlet varsa o da hiç şüphesiz Türkiye’dir!
Türkiye de özellikle maruz kaldığı kanlı FETÖ darbesi neticesinde, milli bir duruşla irkilerek, kanserli hücrelerinden temizlendikten sonra, komşusu Suriye’deki süreçlere aktif olarak müdahale etmeye başlamıştır. Büyük bir titizlikle teröristlerden temizlediği Cerablus, El-Bab ve Afrin gibi şehirleri kontrol altına almış ve ilgili bölgelerde güvenliği – barışı – huzuru sağlamıştır. Bu kapsamda DAEŞ ve PYD ile ciddi anlamda mücadele etmiş, bu süreçte de bölgedeki en etkin yerel kara askeri unsuru olan ÖSO’yu yetiştirmiştir.Mevcut durumda bölgedeki en güçlü yerel askeri kara ordusu Türkiye’nin desteklediği ÖSO’dur. ÖSO ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarısı Afrin’de bütün dünya nezdinde kabul görmüştür. Bu başarı ABD’nin de bölgesel politikalarında soru işaretleri doğurmuştur.
Yine de bu süreç sonrasında ABD, bir terör devletçiği oluşumu için etnik temizlik yapmak maksatlı kurduğu ve sahaya sürdüğü DAEŞ’i göstermelik çatışmalar ile geri çekerek, bölgeyi PYD’ye bırakmıştır. Münbiç ve Fırat’ın doğusunda Deyrizor’a kadar uzanan bir bölge bir terör örgütünden (DAEŞ), diğerinin (PYD) kucağına bırakılmıştır. Türkiye (kâğıt üzerinde müttefiki olarak gördüğü) ABD gibi güç odaklarını; PYD’yi kendilerince de terör örgütü olarak kabul edilen PKK tarafından kurulduğu ve bu minvalde maruz kaldığı güvenlik riskleri noktasında defalarca uyarmışsa da, bu girişimler neticesiz kalmıştır. Batı her zaman olduğu gibi işine geldiği gibi hareket etmiş ve riyakar söylemler ile oyalama politikalarına devam edilmiştir. Bu süreçte ABD ve ilgili Batı aklı PYD’yi desteklemeye de devam etmiştir.
Fakat gerekli hazırlıkları tamamladıktan ve bütün diplomatik girişimleri yapmasına rağmen netice alamadıktan sonra, Türkiye Fırat’ın doğusuna da haklı olarak müdahale etmiştir. Çünkü ilgili sınır hattında birçok şehri bulunmaktadır ve sınırın hemen ötesinde kurulan ve daha da güçlenen terörist oluşum, halkını tehdit etmektedir. Dolayısıyla Türkiye de bu kapsamda BM yasalarında da yer alan sınırındaki terör riskini bertaraf etmek için güvenli bölge oluşturma hakkını kullanmaya karar vermiştir. Bu kararı doğrultusunda da, çevreye ve sivillere zarar vermeden yoluna devam etmektedir.
– Bu Harekât hakkında ciddi anlamda tepkiler de geliyor. Örneğin ABD Türkiye’ye karşı yaptırımlar uygulanacağını açıkladı. Bu yaptırımlar Türkiye ekonomisini nasıl etkileyecektir?
– Türkiye’nin bu haklı mücadelesinde Türkiye’yi kınayanlar ya da ABD gibi göstermelik yaptırımlar ortaya koyanlar oldu. Ortadaki tek somut yaptırım olarak değerlendirilebilecek, BM’de Türkiye’nin kınanmasının önüne geçerken, sonradan söylem değiştiren ABD’nin yaptırımlarının etkilerini yorumlayacak olursak;
ABD öncelikle Türkiye ile ticaret hacmini arttırmaya yönelik alınan kararın durdurulması ve çelik ithalatı vergilerinin %50’ye çıkarılması kararlarını (yaptırım dâhilinde) aldı. Peki, bu kararlar ne anlama geliyor?
Şöyle ki, varsın zaten gerçekleşip, gerçekleşmeyeceği belli olmayan bir ticari hedef dondurulsun. Bu Türkiye’ye ciddi anlamda bir şey kaybettirmez. Diğer taraftan, ortalama yıllık 9 milyar dolarlık çelik ihracatı yapan Türkiye bu ticaret hacminin yaklaşık olarak %10’u ABD’ye yapmaktadır. Daha önceki aynı yaptırım döneminde bu oran %5’lere düşerek, yaklaşık olarak yarı yarıya azalmıştır. Türkiye de ilgili hacmi başka pazarlara yönlendirmiştir.
Yani kayıp sadece bu kadardır!
Tabii bunların yanı sıra, psikolojik olarak dolar kurunda kısmi dalgalanmalar söz konusu olabilecektir. Fakat bunların Türkiye’yi ciddi anlamda etkilemeyeceğini herkes tahmin edebilecektir.
Bu noktadan sonra daha başka yaptırımları uygulamaya geçirme, ortamı daha fazla germe gibi adımların da Türkiye’yi daha fazla kaybetmek anlamına geleceği için, uygulanabilir olduğu düşünülmemektedir. En fazla yine göstermelik olarak addedilebilecek söylem ve yaptırımlar söz konusu olabilecektir. Çünkü değişen dünya düzeninde ilgili bütün önemli denge unsurlarının Türkiye’ye ihtiyacı azımsanamayacak seviyededir. Türkiye’yi kaybeden taraf dünyadaki hâkimiyet mücadelesini de kaybedecektir. Çünkü bu bölge önemlidir. Ve bölgedeki en etkin ülke Türkiye’dir. Türkiye olmadan pazarlık masası kurmak uygulanabilir bir seçenek değildir. Bunların da yanı sıra, Türkiye’nin küresel anlamda askeri, ticari, ekonomik gibi alanlarda her zaman tercih edebileceği alternatifleri bulunmaktadır. Zaten ilgili negatif söylemlerde bulunanlar bunu bildikleri için, süreci genellikle göstermelik hamleler ve birbiriyle çelişen twitter açıklamalarıyla yönetmektedir.
– Ciddi bir ekonomik sıkıntı durumunda Türkiye Barış Pınarı Harekâtı`-nı durdurabilir mi?
– Türkiye için Barış Pınarı Harekâtı, Afrin, El-Bab gibi operasyonlara nazaran çok daha az riskli ve ekonomik külfeti daha düşük olan bir girişimdir. Türkiye’nin de ekonomisi bu operasyonu kaldırabilecek güçtedir. İlgili operasyon sürecinde dengeler sürekli değişse de, Türkiye bu gelişmelere sabırlı ve uzun dönemli stratejiler geliştirerek yaklaşmaktadır. Şu an Rusya ve rejim güçlerinin PYD ile anlaşması ile dengeler değişiyor gibi görülse de, uzun vadede bölgede Türkiye her zaman için avantajlıdır.
– ABD bir yandan Suriye’den askerlerini çıkaracağını duyuruyor, diğer yandan durumu kontrolünde tutmak için terörle savaşanları tehdit ediyor. Sizce ABD`nin Ortadoğu`daki asıl amacı ne?
– Aslında bu soruya cevap verebilmek için çok uzun dönemli tarihsel süreçten bahsetmek gerekir. ABD hiç şüphesiz bölgedeki en güçlü aktörlerdendir. Lakin her türlü geliştirdiği kurguya rağmen yine de dengelere dikkat etmek zorunda ve her istediğini haliyle elde edememektedir. Bunun yanı sıra, ABD de kendi içinde yoğun siyasi çatışmalarla ve güç mücadeleleriyle uğraşmak zorunda olan bir ülkedir.
1. Dünya Savaşı sonlarına doğru kendini uluslararası sistemde göstermeye başlamış ve 1929 yılında yaşanan ekonomik buhrandan sonra da ekonomi ve diğer altyapılar anlamında İngiltere’yi de geride bırakarak, gelişmiş sanayisi ve denizlerde elde ettiği gücün de sağladığı imkânlar ile dünyadaki en güçlü devlet olma statüsünü kazanmıştır. 2. Dünya Savaşı akabinde de bu pozisyonunu tartışılmaz hale getirmiştir.
2. Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu hale gelen dünyada Batı bloğunun koruyucusu ve önderi pozisyonunda olan ABD, özellikle ekonomisi, sanayisi, lojistik ve askeri hareket kabiliyetleri için hayati derece önem ihtiva eden enerji kaynaklarına hâkim olmak maksatlı, Orta Doğu ile gayet yakından ilgilenmeye başlamıştır. Bu ilgisinde hiç şüphesiz İsrail’in bölgedeki varlığının da etkisi olduğu bilinmektedir.
1. Dünya Savaşı öncesi ve süresince Orta Doğu’dan en büyük sömürge payını elinde tutan ve sonradan buraların çoğunu (ekonomik ve askeri sebeplerle) muhafaza edemediği için 2. Dünya Savaşı ile birlikte kontrollü bir bağımsızlık serüvenine sürükleyen İngiltere’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Tabii bu boşluğu doldururken de, Sovyetler Birliği, yerine göre İngiltere ve Fransa ile dahi fikir ayrılıklarına düşmüş ve gizliden dahi olsa mücadele etmekten geri durmamıştır.
Bu yaklaşımdan sonra ABD’nin Suriye politikalarına gelindiğinde ise;
– ABD’nin Suriye’ye olan ilgisi 1950’li yıllarda dikkat çekmeye başlamıştır.
– Gerek yeni başlayan Soğuk Savaş süresince Sovyetlerin bölge ile ilgileniyor oluşu, gerek ABD’nin dış politikasında belirleyici konumda olan ve bölgede yeni kurulan İsrail’i koruma gayesi ABD’nin Suriye politikalarındaki temel çerçeveyi oluşturmuştur.
– Sonraki süreçte Müslüman Kardeşlerin Suriye kolunun organize edilmesi, bu sayede Suriye’nin zayıflatılarak, İsrail’e hareket kabiliyeti sağlanması gibi birçok girişim temel sebepleri nezdinde bu çerçeve ile uyum sağlamaktadır.
– Soğuk Savaş sonrasında ve oğul Esad döneminde de Suriye’nin Rusya ve (ABD’nin yeni rakibi) Çin’e her yakınlaşması akabinde ABD’nin gerek operasyonel, gerek ambargo şeklinde uyarıları dikkat çekmiştir.
– Yani ABD’nin Suriye konusundaki yaklaşımını üç temel üç de yan etmen yoluyla özetlemek mümkündür. Bunlar:
Temel etmenler:
– Suriye’ye Rusya hâkim olmasın! Bu sayede Ruslar Doğu Akdeniz’de askeri olarak varlık göstermesin!
– Suriye ve bölgedeki diğer Arap ülkeleri bir araya gelerek İsrail için bir tehdit oluşturmasın!
– Bunun için bölgede “kukla” nitelikte bir Kürt devleti kurulsun!
Yan etmenler:
– Bölgedeki diğer güçlü aktörler Türkiye ve İran da Suriye üzerinde ABD’den bağımsız bir hâkimiyet oluşturmasın!
– Bölgeyi zayıflatacak ve sürekli kaos halinde tutacak, ABD’ye müdahale hakkı doğuracak ve aynı zamanda ABD’ye bağımlı da kılacak aktif Sünni – Şii çatışması ortamı sürdürülebilir hale gelsin!
– Bu da kurgulanamaz ise bölge kurulan taşeron terör örgütleri, darbeci gruplar vb. yapılar ile kontrol altında tutulsun” olarak düşünülebilecektir.
– Bu bağlamda ABD’nin öncülüğünde ve İngiltere’nin desteği ile çıkartılan ve ilgili bölgelerde Çin’in ekonomik – teknolojik – finansal, Rusya’nın ise askeri ve siyasal etkinliğini kıracak olan Arap Baharı projesi uygulamaya geçirilmiştir.
– Lakin bu projede de her şey planlandığı gibi gitmemiştir.
– Hatta bu proje süresince çıkan bazı anlaşmazlıklar ABD ile İngiltere’nin dahi arasını açmıştır.
– Fakat Arap Baharının yansımaları Suriye’de duyulmaya başlayınca, yani Suriye’de iç savaş sürecine girildiğinde, ABD;
– Öncelikle İsrail’in düşmanı, Rusya’nın dostu ve İran’ın yakını olan Esad iktidarını devirmeye karar vermiştir.
– Bunun için bölgede en kolay örgütlenebilecek ve en donanımlı askeri personel yapısına sahip olan, diğer gruplara göre daha ılımlı ve laik karakterde olan ÖSO’ya destek vermeye başlamıştır.
– Türkiye’nin Esad’ın karşısında ve ÖSO’nun yanında yer alması için elinden geleni yapmıştır.
– ÖSO’ya desteğini sürdürürken, Esad’ın kimyasal silah kullanımını bahane ederek, uluslararası kamuoyunda Esad’a karşı olumsuz bir algı oluşturulması için büyük çaba harcamıştır.
– ÖSO’nun yedeği olarak da, PYD’yi ikinci planda desteklemeye devam etmiştir.
– ÖSO’da hâkimiyeti çoğunlukla Türkiye’nin eline geçirmesi ve Türkiye’nin kendisinin kontrolünde olmayan hamleler yapıyor olması sebebiyle de (zaten çok önceden beri üzerinde çalışma yapıyor olduğu) PYD kartını öne almıştır.
– Tabii bu arada Türkiye’yi istediği noktaya getirebilmek için uyguladığı gayrinizamî saldırılardan da geri durmamıştır.
– Öne aldığı PYD ile istediği oranda başarı elde edemeyince ve PYD’nin o anki şartlarda ne Rusya ve İran’ın desteklediği rejim güçleriyle ne de (orta vadede) Türkiye’nin desteklediği ÖSO ile rekabete giremeyeceğini fark ettiği için, Irak’ta hali hazırda kullanıyor olduğu DAEŞ’i güncelleyerek, Suriye’deki denkleme müdahil etmiştir.
– DAEŞ uzun mücadeleler ile rejim kuvvetleri ve ÖSO’yu oyalarken, ABD PYD’nin bir devlet haline gelecek altyapıya kavuşması için büyük çaba sarfetmiştir.
– DAEŞ’i bu senaryoya sürerek;
– PYD’yi güçlendirecek zamanı elde etmiş,
– ÖSO ve rejim güçlerinin PYD’ye müdahale etmesine engel olmuş,
– PYD’yi teşkilatlandırmış,
– ÖSO ve rejim güçlerini ve onlara destek verenleri DAEŞ ile yıpratmış ve yormuş,
– Kendisi için olaya müdahale edecek bir zemin hazırlamış,
– Bölgedeki etnik ve dini yapı ile istediği gibi oynamış,
– Bunu yaparken, bütün zulmü ve suçu DAEŞ’in üzerine yıkabilmiş,
– Bu sayede DAEŞ ile mücadele eden PYD ve PYD’nin arkasında duran ABD’yi bir nevi kahraman gibi algılatmaya çalışmış,
– Güçlü bir PYD ile Kürt koridoru oluşturma ve bu sayede bölgedeki Türkiye – İran – Irak – Suriye dörtlüsünün hepsini oyalama planları yapmış,
– Rusya’yı da pasifleştirmeyi hedeflemiş,
– Fakat Rusya, İran ve Türkiye’nin hem Irak hem de Suriye’deki işbirliği içinde attığı adımlar neticesinde büyük bir başarısızlık ve hezimet yaşamıştır.
Ayrıca ABD’nin Suudi Arabistan’ı şekillendirme, büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma ve Katar krizini oluşturma gibi adımlarının hepsi bir açıdan Suriye denklemi ile de kesişmektedir.
Sonuç olarak ABD Suriye’de Rusya – İran – Türkiye’nin etkin olmadığı bir rejim oluşturmak istemektedir. Bu noktada PYD’yi desteklemekte fakat bu planları çerçevesinde özellikle Türkiye’nin attığı adımlar neticesinde büyük bir hayal kırıklığı ve yenilgi yaşamaktadır.
İlk defa İngiltere de bu denklemde ABD’nin resmi olarak olmasa da, arka planda karşısında durmaktadır. Bu da Türkiye’nin elini güçlendirmektedir.
IKBY referandumu sonrasında Rusya – İran – Türkiye ve İngiltere’nin desteklediği Merkezi Irak Yönetimi ve ordusu nasıl kısa bir sürede ABD ve İsrail’in yıllarca şekillendirmeye çalıştığı fakat “fos çıkan” peşmergeyi mağlup edip, ABD’nin bütün Irak senaryolarını alt üst edebilmişse, Suriye’de de Türkiye’nin desteklediği ÖSO bütün dengeleri değiştirebilmiştir.
ABD’yi bundan sonra, daha da büyüyen iç karışıklıklarına ve yönetim zaafiyetlerine ek olarak, bölgede de daha büyük kayıplar, imaj sarsılmaları ve yenilgiler beklemektedir. (Tabii Türkiye ile bölgede somut ve inandırıcı bir iş birliğinin içine girmezse!)
Ayrıca dünya üzerindeki etkisi azalan ABD’nin sürekli kullandığı “terörist örgüt kurma – eğitme – yönetme” taktiği küresel anlamda ciddi tepkiler almaktadır.
– Esat güçlerinin YPG’den boşalan ilçe ve köylere girdiği yönünde haberler yayılmakta. Böyle bir gelişmeyi bekliyor muydunuz? Durum böyle olursa Rus – Türk ilişkileri zora girmez mi?
– Aslında bu minvalde girişimler daha önce de oldu. Türkiye bölgede farklı dengelerle oynarken, uzun vadeli hedefler yaparak, diplomasiyi de dikkatli bir şekilde kullanmayı iyi biliyor. Ayrıca Astana sürecinde birlikte çalıştığı Rusya ve İran’ın da yerine göre aleyhine hamleler yapabileceğini zaten çok öncesinden hesaplara dâhil ediyor. Fakat bölgedeki ilgili bütün aktörlerin de Türkiye’yi kaybetmek istemeyeceğini, bu sebeple zamana yayılmış müzakereler ile adım adım hedeflerine gidebileceğini hesaplayabiliyor.
Özetle, PYD ile Ruslar ve rejim güçlerinin daha önce de temasta olduğu ve kontrollü bir işbirliği sürecini yönettiklerini zaten biliyoruz. Şöyle bir örnek verelim, PYD’nin kontrol ettiği alanlardaki petrol sahalarını Rus ve ABD menşeili şirketler üretiyor ve PYD ile paylaşıyor. Yani ilişkiler çok girift. Bölgede gerçekten çok karışık ve yeni nesil bir çatışma-diplomasi ortamı yaşanıyor. Rejim güçleri ve Rusya ile PYD’nin daha önce yakınlaşmasını ABD istemiyordu. Lakin şimdiki süreçte ABD bölgedeki mevcudiyet oranı ile ilgili yaptığı fayda-maliyet analizlerinden yola çıkarak, kısmi bir geri adım atıyor ve bu süreçte PYD’nin rejim güçleri ile daha yakın temas kurmasına izin veriyor gibi görülüyor.
Rejim güçlerinin PYD’nin kontrol ettiği şehir merkezlerine, ABD’nin ayrılmasıyla eş zamanlı olarak ÖSO ve TSK’dan önce giriyor olduğu da aşikâr ve beklenilen bir durum. Fakat şunu vurgulayalım, ne yazık ki, rejim güçleri ilgili şehirlere yerleşmeye başlasa dahi, PYD’nin oralardaki mevcudiyeti bitmiyor. Şu an kısa vadeli Türkiye’nin operasyonel hızını kesmeye yönelik bir hamle ifa ediliyor. Fakat daha önce de bahsedildiği gibi, Türkiye bu bölgede diğer tüm ülkelerden daha rahat, daha sabırlı, daha temkinli harekât edebilme kabiliyetine sahip.
Hepsinden önemlisi, Menbiç’te de, PYD’nin rejim güçlerine bıraktığı diğer şehirlerde de halk Türkiye’nin kontrolü almasını istiyor. PYD’den, Ruslardan, kendi halkına zulmeden Esat’tan ve bölgeye kaydırılan çok sayıdaki Şii milisten ziyadesiyle rahatsızlık duyuluyor. Hal böyle olunca, en güçlü kara unsurunun da ÖSO olduğu düşünülürse, uzun vadede Türkiye’nin hedeflerine adım adım ulaşabileceği öngörülebiliyor! Sonuç olarak diplomasi uzun soluklu bir süreç ve satranç devam ediyor.
– Bu süreçte sizce ne gibi algısal yönlendirmeler yapılıyor?
– Birçok alanda gerçekten çok ahlaksızca algısal yönlendirmeler yapılıyor. Bu konuda yanlış yönlendirme yapan grupların arkasındaki devletlerin zulmü görmezden gelinirken, Türk askeri işgalci gibi, çevreye ve sivil halka zarar veriyormuş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Türkiye bu algısal iftiralar ile ciddi mücadele veriyor. Bir de şunu belirtmek gerekir ki, PYD Hıristiyan dünyasına yönelik mağduriyet politikası oluşturabilmek amaçlı Türkiye’ye yönelik havan saldırılarını genellikle kiliselerden gerçekleştiriyor ki, karşı hamle ile kiliseler zarar görebilsin. Bu akıl PYD’nin kapasitesinin üzerinde bir strateji kurgusu gerektiriyor. Arka plandaki CIA aklı, her zaman olduğu gibi sinsice ve kalleşçe hamlelerine devam ediyor.
– Dışarıdan gelen tepkileri nasıl yorumluyorsunuz?
– Aslında Türkiye dostunu da, düşmanını da iyi biliyor. Gerçi uluslararası ilişkiler literatüründe “devletlerin dostları da, düşmanları da olmaz, sadece çıkarları olur” deniyor lakin bu söz de tam anlamıyla ilişkileri açıklamak için yeterli olmuyor. Neticede toplumların karakterleri, algıları ve eğilimleri yönlendiriyor.
Türkiye’yi kimler kınıyor?
Örneğin;
– Kendi prenslerini katleden, çoluk-çocuk demeden Yemen’de masum halka bomba yağdıran, gazetecileri dahi dilim dilim doğrayan Suudi Arabistan ve BAE gibi aynı kapının kulluğunu yapan (fakat İsrail’e ses çıkaramayan) bazı Arap ülkeleri,
– Filistin’de orantısız güç kullanımı ve haksız girişimleriyle bilinen İsrail,
– Kirli geçmişleri ile sayısız soykırıma, saldırıya, tecavüze isimleri bulaşmış olan Almanya, Fransa, ABD, İngiltere gibi bazı ülkelerden kınayıcı yorumlar geliyor.
Bunlar kınasalar ne, kınamasalar ne? Öte yandan Macaristan da dâhil olmak üzere, Türk kardeşleri de Türkiye’yi ciddi anlamda destekliyor.
Bu destek inanın kınayanların verdiği göstermelik olumsuz algı karşısında çok daha büyük bir umut ve sinerji sağlıyor!
Konuştu: Kafkas Ömerov