“FETÖ yüzünden Türkiye’den kaçmak zorunda kalmış yazar Habertürk gazetesindeki ilk yazısında FETÖ’yü nasıl nitelendirdi?
FETÖ’nün yargıda güçlü olduğu dönemde Odatv davasına sokularak tutuklanmasına ramak kala Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan gazeteci yazar Oray Eğin, ABD’den Şık gazetesindeki yazılarına son vererek Habertürk gazetesine transfer oldu.
“24 saat köşe yazısı yazacağım”- diyerek Türkiye’de köşe yazarlığına yeni kriter getireceğini belirten Oray Eğin, 16 Ocak tarihli ilk yazısında Türkiye’de Atatürk’e ve Erdoğan’a olan “gözü kapalı ve içi boş nefretin” anatomisini incelerken aynı zamanda, FETÖ ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Peki, tartışma “Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin”e kilitlenince ne yapmalı? 15 Temmuzdan beri bunu düşünüyorum. “Bırakalım, ne halleri varsa görsünler” deyip bir köşeye mi çekilmeli, yoksa bu post-gerçekliğe karşı mücadele mi etmeli?”- sorusunu soran Oray Eğin, FETÖ’yle ilgili şu tespite yer veriyor :”Uyduruk bir ilkokul mezunu imam, ne olduğu belirsiz karmakarışık bir yapı, tehdit ve şantajla bugüne kadar işini götürmüş, köşeye sıkışınca halkın üzerine silah sıkmaktan çekinmeyen bir terör örgütü…”
Tr.Yeniçağ.Az yazıyı yayınlıyor:
24 saatlik köşe yazarlığı
Bize hep yanlış öğretildi, Türk gazeteciliğinin mertebesi köşe yazarlığıdır diye. İlk imzalı yazımın üzerinden 20 sene geçti; ilk yazımı yazarken hedefim köşe yazarlığıydı. Ancak 20 sene sonra köşe yazarlığının bildiğimiz mevcut haliyle iflas ettiğini itiraf edebiliyorum.
Birbirinden değersiz fikirlerini hiçbir bilgi katmadan oturduğu yerden 50 sene boyunca pazarlayan o karikatür köşe yazarına itiraz ediyorum.
Bu devir kapandı.
Bir köşe yazarı olarak bunu söylemem bir çelişki belki. Ama kendi köşemin sınırlarını da zorlamak, bilinen ezberleri bozmak istiyorum. Tevazu göstermeyeceğim, 20 yıl boyunca hep taklit edilen bir köşe yazarı oldum.
Bu vesileyle merhaba derken bir başka kapıyı daha açmak istiyorum.
VİDEO, FOTOĞRAF VE KISA YORUMLARLA GÜN BOYU
Türkiye’de 24 saatlik köşe yazarlığını başlatıyorum. Bu köşe elinizde tuttuğunuz gazetenin de dışında videolar, fotoğraflar, kısa yorumlar, tartışmalar ve daha fazlasıyla HT DOKUN ve Haberturk.com’da da yaşayacak.
Basılı kâğıdın, baskı saatlerinin dışında internette hayat bulacak, her an güncellenmeye hazır bir platforma dönüşecek. Detayları zamanla öğreneceksiniz, önerilerinizi de bekliyorum.
Yazının yerine oturması birkaç gün alır… Alışkanlıkların bozulması, yeniden tanımlanması da. Hoşbulduk.
Ben şimdi neden buradayım?
Politik serüvenini takıntılı bir şekilde takip ettiğim ve Türkiye’de yanlış giden ne varsa sorumlu bellediğim Asmalımescitli bir ressam var. Ressam olduğu söyleniyor, ama 60 yaşını geçmesine rağmen bugüne kadar sanırım sadece tek bir sergi açtı. Son 10 yıldır ara ara rastlıyorum; aynı insanlarla, aynı meyhane masasında, aynı muhabbetler sürüyor. Onların sofrada oturdukları süre boyunca gerek dünya gerekse de Türkiye defalarca yeniden şekilleniyor ama onların dünyasında hiçbir şey değişmiyor. Hiçbir kuvvet onları o masadan kaldırmaya yetmiyor. Dünyayı algıladıkları yer kendi meyhane masaları. Muhabbetler de birileri tarafından onlara ezberletilen, öğretilen metnin karşılıklı birbirlerine aktarılmasından ibaret.
17-25 Aralık sürecinde, daha sonra da 15 Temmuz’da liberal meyhane masalarına çöken sevinç gözle görülürdü. Ergenekon ve Balyoz’da da Türkiye’nin bağırsaklarının temizlendiğine, demokrasinin geldiğine inanıyorlardı.
İÇİ BOŞ NEFRET
Kuşkusuz bir yalan mekanizması bu propagandayı meyhane masasındaki küçük meze tabaklarında sunar gibi bunlara yutturdu.
Peki tartışma “Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin”e kilitlenince ne yapmalı? 15 Temmuz’dan beri bunu düşünüyorum. Bırak kendi hallerine deyip bir kenara mı çekilmeli, yoksa bu post-gerçekliğe karşı mücadele mi etmeli?
Asmalımescit’teki bir meyhane masasını sadece bir metafor olarak kullanmıyorum, epey bir zamandır o masalarda konuşularak Türkiye’deki tartışma düzeyini kirleten iki akıma itiraz ediyorum: Türk liberal aydınlarındaki bir aksesuvar, bir şıklık olarak taşınan Atatürk düşmanlığı ve kendisine muhalif diyen kesimlerin körü körüne dayattığı Erdoğan nefreti. Siyasi görüşü yakada taşınan broş düzeyine indiren bir basitlik. Özünde iki dayatmanın da temeli boş sloganlardan ibaret.
O meyhane masasında kadeh kaldıranlar yıllarca Ahmet-Mehmet Altan kardeşlerin Atatürk aleyhindeki propagandalarını gerçek sandılar, birbirlerine pazarlayıp durdular. Ahmet Altan şimdi Atatürk’ü cezaevinde keşfediyor, sanki Atatürk’ün onun onayına ihtiyacı varmış gibi tasvip ediyor. Niyetini okuyorum tabii ki. Erdoğan’a karşı hınç bilediği için Atatürkçüleri de beyhude bir çabayla kendi safına çekip gaza getirmeye çalışıyor.
15 TEMMUZ’DA TUTMAYAN PLAN DA BUYDU
Yıllarca Atatürk düşmanlığını pazarlayan liberal güruhun şimdi FETÖ’yle işbirliği yapıp Erdoğan’ı devirme korosunun assolistleri olması şaşırtıcı mı, genetik bir deformasyonun sonucu mu?
Belediye başkanıyla, sandığıyla, seçimleriyle, parti binası, tüzüğü, milletvekilleri, bakanlarıyla resmi bir muhatap var karşımızda. Hükümet üyelerini biliyoruz, Cumhurbaşkanlığı ekibinde kimlerin yer aldığını, hangi görevi yaptıkları ortada. Sistemin içinde, rejimin sunduğu olanaklarla Türkiye’yi yöneten meşru bir siyasi güce karşı…
Uyduruk bir ilkokul mezunu imam, ne olduğu belirsiz karmakarışık bir yapı, tehdit ve şantajla bugüne kadar işini götürmüş, köşeye sıkışınca halkın üzerine silah sıkmaktan çekinmeyen bir terör örgütü…
SEÇENEK BELLİ
Biri rejimin içinde faaliyet gösteriyor, diğeri rejimi yıkmak için sürdürülebilir bir karşı devrim projesini hayata geçirmeye çalışıyor. Dahası kendi çıkarları için hepimizi öldürmeye bile hazırlar.
İki seçenek arasındaki fark bu kadar netken, eğitimli, kentli, üst gelir düzeyine sahip ve kendisinin okuduğunu, bilgi sahibi olduğunu iddia eden bir kesim nasıl oluyor da “Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin” diyecek kadar yüzeyselleşiyor?
Kendisine entelektüel deyip televizyonlarda, gazetelerde, yayın evlerinde, şimdi de internet sitelerinde, gazetecilik örgütlerinde hâkimiyet kuran bir kitlenin Türkiye’ye verdiği zararlardan ansiklopedi oluşur. Ama bu sözde aydın kesimin yaratmaya çalıştığı hasarı önlemek hiç olmadığı kadar hayati şimdi.
Asmalımescit’teki o meyhane masalarını devirmek için geldim.
Lobiler dışı yazar
Eskiden yayınevlerinde kabul görmek için çeşitli yerlere konuşlanmış bir kültür-sanat mafyasının onayını almak gerekirdi. Ya birinin akrabası olmak ya da bu mafyanın çıkarlarına koşulsuzca biat etmek önşarttı. Dışarıdan bir yazarın adını duyurması, kitabının tanıtılması imkânsıza yakındı.
Hasan Ali Toptaş’ın yeni romanı “Kuşlar Yasına Gider” 50 bine yakın satıyor bugünlerde. Toptaş, Ankara’da yaşayan ve yıllardır kendi kendine hiç vazgeçmeden, hiç kimseye hesap vermeden öyküler, romanlar yazan bir edebiyatçı. Ödün vermemenin ödülünü nihayet alıyor. Büyük yazar olmak için lobilere ihtiyaç olmadığını, eser iyiyse bir şekilde okura ulaşıp karşılık bulduğunu kanıtlıyor. Çok da iyi yapıyor.
#görünceşaşırdıklarım
Nişantaşı’nın yeni ikilisi
Nuray Mert’in İslamcı çevrenin gençlerini Beyaz Türkiye’ye kazandırma projesi 90’lı yıllarda, Refah Partisi yıllarına kadar dayanıyor…
Kanal 7’de genç ve alternatif bir anchor olarak parlayan Ahmet Hakan’ın Nişantaşı’na taşınma hikâyesi eskidi bile… Ahmet Hakan kendi yeteneği ve zekâsıyla çoktan Beyaz Türkiye’yi fethetti.
Nuray Mert şimdi Levent Gültekin’i koruması altına almış anlaşılan.
Nişantaşı’ndaki Delicatessen’e başı dik bir kontes edasıyla giren Mert’i sosyal medya muhaliflerinin pek sevdiği Levent Gültekin hafif ezik, hafif yerine ait olmamanın tedirginliğiyle takip ediyordu…
Alt kata savrulan ikilinin ortak konusu başkalarının nasıl kirlendikleri, kendilerinin nasıl temiz kaldığıydı bu basın dünyasında…
Nuray Mert yine bir mağduriyet masalını anlatmak üzereydi: KHK çıkacak, üniversitedeki işinden olacakmış… KHK çıktı, Nuray Mert’e dokunmadı gerçi… Zaten genelde krizler Mert’i hep teğet geçiyor.
Kısmet başka mağduriyetlere…
Tr.Yeniçağ.Az
www.yenicag.info