Modern toplumun kültürel kuraklığı
Bu yazıyı yazmaya başladığımda, aslında her işe başlayan herkes gibi ben de kararsızdım. Kelimeleri dikkatle seçmeye çalışmam ve zaten zihnimde var olan düşünce kalıplarını bir araya getirmem gerektiğinden fazlasına ihtiyacım olmadığını anlamam, yalnızca birkaç saniye gerektirdiğinin farkındaydım. Toplumun dayattığı mükemmeliyetçilik duygusunun ve “başarı” kelimesinin ağır bastırdığı bu his yüzünden asla doğru kelimeleri bulamayacağımı ve asla istediğim gibi bir yazıyı yazamayacağımı kabullenmiştim.
Ama sonra ani gelen farkındalık duygusuyla kendimi sakinleştirdim. Zaten yaptığım en güzel şeyi yapıyorum ve de hiç zorlanmadan. Kelimeler zihnimden hiç zorlanmadan, istediğimden de güzel şekilde yazıya akıyor. Neden kendimi – yani zihnimi, bedenimi – strese sokayım ki? Bu duygu aslında hepimizde mevcut. Ama alışılmışın dışına çıkmak bizi korkutuyor. Herkes gibi olamamak, farklı olursak, farklı düşünüp adım atarsak dışlanır ya da arkamızdakiler varoluş yarışında bizi geçip giderse… Önümüzdekilere de biz ulaşamazsak diye içimizi saran korku ve kuşku kısır döngüsünde debelenip dururuz.
Bu yazıyı tam da bu konu üzerine yazacağım. Ve her biriniz, hangi yaşta olursanız olun, olduğunuz andan itibaren içinizde gelişen bir farkındalık duygusunu yaşamanızı istiyorum. Ben, hayatta her şeyin aslında görünmeyen bir tarafının olduğuna inananlardanım. Bu da şu demek oluyor: Benim algıma göre herkes – yani her insan – bilerek ya da bilmeyerek bir diğerine farkındalık tozu serpiştirir.
Bunun güzel yanı, kendinize iyi gelen herhangi bir şeyi bu karmaşık sandığımız ve kabullendiğimiz dünyamızda başkalarının da kaygısına bir nebze iyi gelmek için yapmamız gerektiğidir. Bunu beynimizin nöronlarına benzetiyorum. Bir düşünceyi kabullendiğimizde ilk olarak bize mantıklı gelmeyebilir. Çünkü sahiplendiğimiz kalıplar yeniden değişmeye tembellik eder veya dışlar. Ama bazen ruhumuz, bu yeni bilgi sandığımız bilgiyi çoktan sahiplenmiştir. Yani kimimiz ruhsal, kimimiz zihinsel olarak dirense de bazılarımız çoktan bu farkındalığı yaşamış olur. Ve buna “Ben de zaten böyle düşünüyordum” diyerek içinden geçirir.
Bunun nasıl gerçekleştiğinin bir önemi yok. Önemli olan, her anımıza bir nebze olsun rahatlık getirebilmemiz.
İşimize yarayacak her şeye sahibiz ama bunların çok azını bir araya getirebiliyoruz. Seçmediğimiz ve bitiş çizgisini de göremediğimiz bir yarışa itilmiş gibiyiz. Çoğumuzun evi var ama özlediğimiz yuvalar yok. Çocuklarımızın fotoğraf albümüne sahibiz ama sağlıklı ailelerin temelini oluşturan ruhsal güçten yoksunuz.
Aşırı meşgulüz, bazen çılgınca meşgulüz ama nereye gittiğimizi pek bilmiyoruz. Acil durumlarla uğraşıyoruz ama gerçekten önemli olduğunu sezdiğimiz şeyleri erteliyoruz. Bazılarımız doğru şeyi yanlış zamanda yapıyor.
Bir şekilde, kalbimizin arzuları peşinde koşturmanın kaosuna dalarak yaşamı biz zorlaştırdık.
Bu yazımı okuduğunuzda sizden istediğim, şu an yaşamınızın hangi noktasında olduğunuzu ciddi biçimde kabul etmenizdir.
Pek çok insandan duyduğum ilk kelimelerden bazıları şunlardı:
“Yaşamın her cephesinde yarışmaktan, mücadele etmekten yoruldum. Emeklerimin meyvesini ne zaman alacağım?”
Yaşamdan vazgeçmeyi, münzevi olmayı, dünyadan el etek çekmeyi, doğada sadelik içinde yaşamayı önermek bu krizin çözümüymüş gibi duruyor. Bir avuç insan için bu çözüm olabilir. Ama çoğumuz sırf kazanmıyoruz diye yaşamdan vazgeçemeyiz.
Olayları ve sonuçları kendi istediğimiz yönde değiştirmeye çalışırken kaygı yaşarız. Ve bunların hepsi çok streslidir.
Zihnimiz bizi koruma içgüdüsüyle çalışır. Bu içgüdü bizim hayallerimizle aynı yönde olsa da olmasa da… Sorun, zihnimizi ikna etmek. İkna edemiyorsak, hasta bir yakınımızı hayata döndürmeye çalıştığımız gibi önce kelimelerle, sonra hareketlerimizle onu iyileştirmeye çalışmalıyız.
Büyüyüp yaşlanırken, başarılı olmanın olayları nasıl tasarladığımız gibi yönlendirebilmek için muazzam bir çaba ortaya koymaktan geçtiğini düşünerek ezilip büzülüyoruz. Sonuçta yaşam çoğu çabalarımıza karşılık vermiyor; biz de daha çok küplere biniyoruz, strese kapılıp mahvoluyoruz.
Önümüzdeki engel, arzuladığımız sonuçları yaratan uygun faktörleri neyin oluşturduğunu keşfetmektir.
Biz başarıyı meşguliyetle birleştiririz. Sadece yeterince meşgulsen başarılısındır; olmayan insan meşgul değildir. Gerçekte çok meşgul olan ama hiçbir yere varamayan insanlar görürüz. Meşguliyet her zaman bir erdem değildir. Çoğu kez kalbin göz ardı edildiği anlamına gelir. Birilerini etkilemek için çalışkan numarası yapmaya gerek yok.
Herhangi bir işi büyük kaygılarla sürdürdüğünüzde, ufak sonuçlar elde etmek için bile muazzam bir çaba gerekir. Çok fazla arzu ve fikir düşünürsünüz. Daha işe başlamadan yorulmuş olursunuz. Bedeniniz henüz bir iş yapmamış olsa da, zihniniz algılanabilir koşullarınıza direnmek ve mücadele vermek için yoğun çalışmıştır.
Tek bir kaşı oynatmadan önce, zihin yükselip alçalmış, zaferden ve yenilgiden geçmiştir. Enerjinizi hedeflerinizin meşru takibine adama şansına sahip olamadan, zihin içinde öyle çok enerji harcamıştır ki, istemenin kaygısı sizi istediğinizi elde etmekten epey uzaklaştırmıştır.
Gönülsüzce dönüp duran bozuk bir mekanik oyuncak bebek kadar etkisiz hâle gelirsiniz. Rahatlamak istersiniz ama dün yapılmış olması gereken binlerce ayrıntıdan nasıl kurtulacağınızı bilemezsiniz. Kendinizi yavaşlamaya zorladığınızda suçluluk duyarsınız.
Çaba harcamanın, rahat olmanın tersi olduğunu düşünürüz. Paradoksal gerçek şudur ki; çaba ile rahatlık birbirine zıt değildir, aksine birbirini tamamlarlar. Bir olimpiyat koşucusu gibi, yarışı kazanmak için büyük bir çaba harcamalısınız. En yüksek performansı sağlamak için, uğraşma çabasıyla akıcı eylemin rahatlığı arasında bir denge kurmanız gerekir.
Bir nehir düşünün. Nehir, çabasını öncelik sırasına göre düzenler. Okyanusa doğru akmak onun ilk hedefidir; taşları kaldırmak ya da etraftan dolanmak ise ikinci hedefidir. İkinci hedefine ulaşırken ilkini asla gözden uzak tutmaz. Nehrin, akışı durdurup ileriye atılmadan önce engel çıkaran tek bir taşı yok etmekle uğraşacak zamanı yoktur.
Bu örnek, hayatımızın her alanında geçerlidir. Evliliğimizde, ilk hedef ailemiz için sevgi dolu ve uyumlu bir ortam yaratmak ve bu ortamı korumak için uğraşmaktır. İkincil hedef ise bireyselliğimizi yitirmemektir.
Kübra Jafari











