İsacan Sultan ile “Ali Şir Nevâî” romanı üzerine söyleşi: “Onun asıl büyüklüğü, Türklüğe olan içten bağlılığında, saygı ve sevgisinde”

media-ads-468x60

Pamukkale Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölüm öğretim üyesi Sema Eynel’in “2022 Dilde, Fikirde, İşte Birlik Türk Dünyası Edebiyat (Roman) Ödülü” sahibi, Özbekistan’ın Halk Yazarı İsacan Sultan ile Ali Şir Nevâî romanı üzerine gerçekleştirdiği söyleşiyi okurlara sunuyoruz.

“Hayal edin: Ya Nevâî Türkçe değil de Farsça veya Arapça yazsaydı? O zaman ne olacaktı?”

– Sizi Ali Şir Nevai’nin hayatını yazmaya iten, size bu fikri veren ne oldu? Ali Şir Nevâî romanı nasıl gün yüzüne çıktı?

– Nevai’nin çocukluğu… Geçmişte olduğu gibi bugün de binlerce Türk çocuğu doğuyor, büyüyor. Tıpkı doğa hiç değişmediği, kuşlar, su, gök, toprak aynı olduğu gibi, bizim çocuklarımızın yaşadıklarını o da yaşamış. O da şimdinin çocukları gibi kuzuları at yapıp üzerine binmiş, ağaç dalından yay yaparak kuşlara ok atmış, çocuklarımız gibi büyümüş, doğa sevgisi, evrenle ilgili millî düşüncelerle dolu bir çocukmuş. Bir de çok büyük Türklük sevgisine sahip, Sultan Şahruh Mirza’nın sarayındaki geleneklere bağlı. Ben Ali Şir Nevai’yi rehber edinip günümüz çocuklarına örnek olacak bir uzun hikâye yazma niyetiyle çıktım bu yola. Ancak yazmaya başlayınca farklı bir âleme girdiğimi anladım. Öyle bir âlem ki; hayranlık, saygı ve sevgi dolu… Tabi bunlar daha sonra geldi. Dediğim gibi önce Nevâî’nin çocukluğu hızla yazıldı. Tabii ki bu sürece dayıları, annesi, babası ve elbette F.Attar, Celalettin Rumi ve Sadi eşlik etti.

Çocukluk kısmı bitince Semerkant dönemi geldi. Bilirkişiler ile mülakatlarımızdan sonra “Nevâî’nin gençlik dönemini de yazsam iyi olur.” diye düşündüm. Böylece, Semerkant dönemi de kağıda döküldü.media-fb5a12d3-dc3f-40d2-8f2a-b3a00d0d5159

Eserin ilk iki basamağı geçilmiş olsa da en zor iş ilerideydi: Bedaiül vasat ve Fevayidül Kiber dönemleri vardı daha önümde. Eserin en zor kısmı da bu bölümler oldu. Nevâî’nin velî kimliğini tanıtmam gerekiyordu. Güneşi görmeyen güneşten nasıl bahsetsin. Bir de Herat, Sebzevar, Estarabad, Meşhed, Kum hakkında o döneme ait bilgiler gerekiyordu. Ve bunu ancak doğa ve gelenek tasvirleri ile yapabilirdim elbette. Öylece daldım gittim bu dünyaya. Öyle ki birgün hanım bana “Bey, pazara git, yiyecek içecek getir, evde hiçbir şey kalmamış.” deyince “Ya hanım, ben şimdi Herat’tayım, nasıl geleyim de pazara gideyim?” dedim. Öyle güzel, öyle nurlu, bilim ve inanç ışıklarıyla dolu bir yaşam vardı ki orada… Ve ben o yaşamın içindeydim.

– Eserinizin temel kaynağının Nevâî’nin kendisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunun yanı sıra dönemin önemli isimlerinden bölümler, ayetler, tasavvuf, dinî hikâyeler de esere eşlik ediyor. Bize bu kaynaklar eseri yazma sürecinde size ışık tutan, eşlik eden kaynaklar hakkında da bilgi verir misiniz?

– Elimden geldiği kadar bilimsel araştırmaları bir araya getirmeye çalıştım. Filtre ederek tabi. Ama en önemli kaynak Nevâî’nin eserleri ve mektupları oldu. Esas yaşamıyla ilgili temel kaynağım Handamir’in “Mekarimü’l-Ahlak ve Habibüs siyar” eseriydi. Birçok bilgi günümüzün Nevâîşinaslarının araştırmaları oldu tabii. Sayısı yüzleri bulan o faziletli bilim adamları bana yol gösterdiler. Estarabad (Gürgan) ile ilgili bilgilere İbni Batuta’dan ulaştım. Herat, Kabil vb. bilgilerde Babürname yardımcı oldu. Yani Nevâî’den geride kaldığım vakitlerde onların desteğiyle ardından yetişebildim.

– Türklük bilimi ve Türk dili açısından büyük bir esere imza attınız. Romanda gerek dil hususiyetleri gerek söz varlığı gerekse edebi açıdan okurlara sunduğunuz en önemli husus hakkında bizi biraz aydınlatır mısınız?

– Önemli hususlar çok. Beni şaşırtan hayrete sokan şeyin ilk olarak bir adamın bir millete, insanlığa nasıl bu kadar büyük bir hizmet edebileceği, büyük emek verebileceği hususu olduğunu söyleyebiliriz. Sadece Ali Şir Nevâî de değil. El Harezmi, El Biruni, Zemahşeri, Buhârî gibi şahsiyetler milletine, insanlığa verdiği hizmetler dolayısıyla yüce makamlara geliyorlarmış, yüceliyorlarmış. Bir tanesi bu.

Diğer taraftan baktığımızda Türklük için düşünün. Bu çok önemli bir şey. Bu konu halen çok önemli. Yani önemini kaybetmedi. Hamdolsun şimdi Türk Devletler Teşkilatı kuruldu. Türk dilleri yükselmeye başladı. Ama Ali Şir Nevâî zamanına bakarsak dört bir yanı başka dillerle sarılmış. Arapçaya bilim dili denip Farsça sanat dili diye övülürken; Türkçe askerî dil, harp dili olarak kalmış. Samanilerden de geliyor bu kabul. Bildiğiniz gibi Samaniler döneminde askerî kuvvetler Türklerden, Türk gulamlarından. Sonra Mahmut Gaznevî bunu kırsa da Türkçeyi yüceltmiyor. Ya da olabildiği kadar yüceltmiş de olabilir. Ama Ali Şir Nevâî gibi bir hizmet veremiyor. İslam açısından çok büyük emekleri var ama Türk dili açısından böyle bir durum söz konusu değil. Ve Ali Şir Nevai gibi hizmet eden kişi de çok az.

Bir başka husus ise sanat. O kadar güzel bir sanat var ki kendisinin de dediği gibi bir kelimeye iki üç anlamı yerleştirmek ve bunların akışını sağlamak… Akarken de değişiyor. Yani çok güzel, öyle güzel bir sanat var ki şaşırıyorsunuz.

Biri de inanç konusu. Nevâî, Semerkant’a geldiğinde kimdi? Yani şiiri seven, kabiliyeti olan ama istikbali sultanların sarayında ya da bir koltuk görev sahibi ya da askeriyede yer alabilecek birisiydi. İstikbali böyle gözüküyordu. Birkaç yıldan sonra Semerkant Ali Şir Nevai’yi Hiriy’e (Herat) bilim adamı, bir alim olarak yolladı. Dam değiştirdi. Kimlerden ders aldı? Ebu’l-leys Semerkandi’den. Fakih, bilim adamı bunların evlatlığının evinde hatta bahçesinde yaşadı. Diğer tarafta başka bir şahıs daha var. Ben o evi bir detay olarak geçtim ama… Semerkant o dönemde dünyadaki İslamî ve çağdaş bilimlerin merkeziydi. Kadızâde Rumi. Rum’dan geliyor. Kadı’nın oğlu. Sultan Mirza Uluğ Bey’in yanında uzun zaman çalışıyor. Çok yüksek makamlara erişiyor. Ve Kadızâde Rûmî Medresesi yaptırılıyor. Kitap şeklinde! Bakın, yani bilime olan saygıya bakın. İşte öyle bir yere geliyor Ali Şir Nevâî ve oradan hem tabii ki veli olarak hem alim olarak kendi yurduna dönüyor.media-16074f7a08fbe70ce8196b02c92223f72023111715374278189lycetwyzce-jpg

Dört husustan bahsettik. Tabii ki dil konusu çok önemli. O zaman kullanılan daha çok tertemiz Türkçemiz var. Bazı kelimeleri bugüne aktardık. Eşyalar, terimler, örfler, gelenekler vs. Nevâî’nin çok meşhur olan ve şarkı olarak söylenen “Kara Gözüm” diye bir gazeli var. Orada “anın başaklık ok ul, şenü encümen kılgıl” dizesinde geçen “başaklık ok” nedir denince buğday başağı gibi dikenleri ters çevrilen bir ok varmış. Ona da başaklı ok denirmiş. Girdiği zaman geri çıkarılamaz bir ok, çelikten yapılmış. Nevâî’nin eserlerinde bunun gibi daha birçok bilgi var. Onları filtreleyerek, düşünerek ayırıp almak lazım.

Bir başka husus da kendi hayatına göre, şuna dikkat edersek mesela Ferhat ile Şirin’de ve Leyla ve Mecnun’da her iki destanda destan kahramanının anne babasından ayrılma olayı var. Nevâî gibi birisi Hamsa’nın iki destanında tekrara yol açıyor. Niye? Nevâî gibi hassas bir şair bunu yapar mıydı? Kusur değil mi bu!

Şimdi Nevâî’nin hasbihaline gelelim, Nevâî Semerkant’tayken hem dayılarından hem anne babasından ayrılmış ve Herat’ta kardeşi Derviş Ali ve üvey abisi Behlül kalmış. Üvey abi Behlül’ü daha sonra konuşacağız. Peki… Nevâî Semerkant’ta, yakınlarından ayrıldı, dedik. O kadar çile, ızdırap çekiyor. Sonra ömrünün sonlarına doğru hem Mecnun’un hem Ferhat’ın hikâyesine geçmiş. Bir taraftan baktığınızda da hem Ferhat hem Mecnun Ali Şir Nevâî kendisiymiş gibi geliyor. Her ikisinde de kahramanlar anne babasından ayrılıyor. Birinde diyor ki Mecnun bir gün bir rüya gördü. Rüyasında gökten bir bürgüt, yani kartal geldi. İki tane güvercin vardı. Bu güvercinin iki tane yavrusu vardı. Uçmayı öğrenince destele giderek oradaki canavarlarla, hep bela var, belli olmayan bir hayat geçiriyordu. Şimdi rüyada öyleymiş ki bir kartal geldi iki güvercini bir darbe ile paramparça etti. Yerde onun tüyleri kaldı sadece, diyor. Her iki kahraman da yani Ferhat da Mecnun da hem annesinin hem babasının kabrinin başına gidiyor, orada ağlayarak hüzünleniyor. Burada bakarsanız Nevâî aslında kendinden bahsediyor. Yani sözün özü şu ki aslında bir önceki sorunun da bir yerde cevabı olarak şunu söylemek gerekir ki Ali Şir Nevâî’nin kendiyle ilgili birçok husus aslında onun eserlerinde var.

– Sizin Nevâî ve eserlerine hakimiyetiniz eserden açıkça seziliyor. Medrese eğitimi almış sadece Türk dünyasına değil tüm insanlığa hizmet etmiş bir alimi anlamak ve anlatmak gibi zor biri işin başarıyla üstesinden geldiniz. Bize biraz bu husustan bahseder misiniz?

– Daha çocukluktan Ali Şir Nevâî’nin eserleriyle büyüdük. Ama bu büyürken öğrendiklerimizin bazılarının yanlış olduğunu daha sonra anladık. Mesela, Nevâî siması derken Ali Şir Nevâî’nin tiyatro oyunu oluyordu. Uygun ve İzzet Sultan eseri. Tam sosyalist realizm taleplerine uygun bir eser ve uyduru olan bölümleri çok. Eserde Güli adında bir kızdan bahsediliyor. Güli sosyalist realizmin taleplerine uygun, halktan, sade bir kız. Çok güzel olduğu için Sultan Hüseyin onu hareme almak istiyor. Ama Ali Şir Nevâî bu kızı seviyor. Bugün bakıldığında o eserin bugünün gözüyle yazıldığı, bugünün taleplerine cevap veren bir eser olduğu açık. Peki, 600 yıl önce erkek ve kadın arasındaki sevgi nasıldı? O kadar açık olabilmiş miydi? Bence hiçbir şekilde dile getirilmemiş, çok mahrem bir konuydu o zamanlar. Mesela bugün yakın, tanıdık bildiklerimize “Ailesi iyi mi, hanım nasıl?” diye soruyoruz. Herat’ta sorulmamış. Hatta yakın dostlar bile nasıl, hanımın iyi mi, diyememiş. O kadar mahrem bir konu bu. Islahat dönemi yazarlarını bugün anlamak mümkün elbette. Sovyetler Birliği döneminde, 1937 katliamından 4 sene sonra, mermilerin seslerinin daha durmadığı bir dönemde yazılmaya başlanmış Nevâî eseri. O kadar büyük bir tehlike altında yazılmış bir eser. Yine de Nevâî’yi Özbek milletine geri verdi Aybek. O tiyatro eseri için de aynını söyleyebiliriz.

Şimdi aradan bu kadar zaman geçti. Artık Nevaişinaslık diye bir bilim dalımız var. Ve bu tabii birçok yeni bilgiye ulaşıldı, hasbihalinden tahliline kadar. Bu yenilikleri yansıtmak lazımdı. Herkes bunu bekliyordu. Ben de biraz tedirginlikle bu işe başladım. Ama Allah’a şükür zorluklar olsa da zevkli yanları da oldu, şaşırtıcı yönleri de.

Bu hislerle ilerlemeye devam ettik. Nevâî’nin şiirlerindeki felsefeyi, düştüğümüz hayreti anlatmak çok zor! Mesela, 9-10 yaşlarında yazdığı, Hz. Lütfi’yi çok şaşırtan şiirinden bahsedersek; oradaki dinamik yöntem mısradan mısraya gücün artması, oradaki sanat… O kadar zevk alıyorsunuz ki nasıl anlatırsınız. Şimdi kendime göre benim de şaşırdığım, hayret ettiğim, zevk aldığım yerler var. Çok da girebildim diyemiyorum ama elimden geldiği kadar bunlara temas etmeye çalıştım. Nevaî’nin sanatı o kadar derin ki kendisinin de dediği gibi o derinliklere dalan dalgıçlar bazen bomboş ellerle çıkarlar. Bazen bir iki tane cevahir alırlar. Ama denizin altı Cevahirlerle doludur. Yolun yine de Nevai’yi gösterir. Nevâî’den hiçbir zaman ayrılmayınız ki “Zar-u beynevadır siz” diyor. Hem intizarsınız hem beyneva, nevasızsınız, diyor. Sanata bakın, Nevai’den ayrılmayın zaten Nevâî sizsiniz diyor. Yani buradaki hayreti nasıl anlatabilirsiniz. Yani içinize bir ışık vuruyor, içinizi ışıl ışıl eden bir sanat bu. Tüm şiirlerini, hepsini böyle teker teker tahlil etmek zor. Bir kişi bunu yapamaz. O yüzden asırlar boyu tetkik etmeye çalışmışlar. Ve tabi her bir tanınan bilim adamımız, Nevaişinas alimlerimiz ellerinden geldiğince bütün gazellerin tahlilini yapmışlar. Yüce alimlerimizden bugüne kadar hepsinin tek tek katkıları var. Ve o katkılardan yararlanarak Nevâî’nin dünyasına girmiş olduk diyoruz da keşke bahçesinde ellerine su tutmak gibi kutsal bir işi yapabilsek? Dediğim gibi kendi keşiflerim de var. Ama yine de dediğiniz doğru. Nevâî’yi anlamak için birçok şeyden haberdar olmak lazım.

Mesela eserde olmayan bir şeyden bahsedeyim. Ali Şir Nevâî, Bediüzzaman Mirza’yı çok seviyor. Sultan Hüseyin’in hanımı Hatice Begim kıskanıyor bunu. Ve gelip Nevâî’ye diyor ki bizim oğlumuz hakkında da birşeyler yazsanız. Zaten Bediüzzaman Mirza hakkında birçok şey, bağışlamalar yazdınız. Şimdi benim oğlum buna üzülmez mi? İki üç defa daha söyleyince Nevâî bunu yapmak zorunda kalıyor. Destanlarından birinde bu zorunluluğu yerine getiren Nevâî zuhale benzetiyor. Onun talihi o kadar yükseldi ki zuhale kadar gitti diyor. Tabii Hatice Begim ilmi yetmediği için buradaki asıl anlamı idrak edemeyip memnun kalıyor. Buradaki espriyi, manayı anlamak için zuhalin ne anlama geldiğini bilmek gerekiyor. Utarit şairlerin bilim adamlarının hamisi ise zuhal kim? Zuhal, dolandırıcıların, hırsızların hamisi. Nevâî bunu yapıyor gazelde. Yine de gerçeği söylüyor ama. Şimdi Utarit’in ya da Zuhal’in astrolojideki anlamını bilmeden tabiki bu mısrayı anlayamazsınız. Ya da “başaklı ok”tan bahsetmiştik. “Başaklı ok”un ne olduğunu bildikten sonra anlamına vakıf olunabilir. Nevâî’nin kendisi ben îcâz makamında yazdım bunları diyor. Îcâz bir kelimeyle iki, üç belki daha fazla anlamı vermek, böylece anlam katmanları oluşturmaktır.

İşin diğer tarafı Allah’a aşıklık konusu. Marifet ve hakikate ulaşanlar… Bizim o anlamlara vakıf olabilmemiz zor o konularda. Orada neleri gördüler, nelere sahip çıktılar. Nevâî bunları da anlatıyor aslında. Mesela benim romanımda da var Hz. Peygamberimizin Miraç’a yükselmesi hususunda o kadar güzel şeyler söylüyor ki… Ve onlar bugünkü bilimle, çağdaş bilim gözüyle bakıldığı zaman onları da yansıtıyor. Çağdaş bilimin eriştiği bilgilerle 3 ölçülü 4 ölçülü feza diyorlar. Nevâî dünyanın 7 yönünden bahsediyor. Bizim bildiğim kuzey, güney, doğu, batı, üst ve alt olmak üzere 7 yöndür. Peki 7. yön neresi? İşte o “Miraç”tır. Tabiki bunlar sadece tefekkürle, akılla olmuyor. İnsanın sezgisiyle oluyor, iman sezgileriyle. Bir de Allah’A (cc.) münacatı var. Eserin sonundaki münacaat değil. Bir önceki münacaatında sen kendi ihtiyarındaki merhameti ne yapacaksın, diyor. Evet, zenginler ya  da senin yolundakiler doymuşlar senin merhametinden. Zenginlerin karınları da doymuş, diyor. Ama günahkârlar var. Günah işleyenler. Senin merhametinden ümitli olanlar var. Sen deniz kadar engin merhametinden onlara vermezsen ne yapacaksın o merhameti. Bunları basit bir kişi söyleyemez.

Başka bir konuya gelelim. Kendi keşiflerimden bahsediyorum. Çok meşhur bir rübai mısrası.

Kim ki bir köngli buzukning hatırını şad eylegey

Ança bar ki Kabe veyran bolsa abad eylegey.

Şimdi buna ters tarafından bakalım. Kim ki bir mümin kişinin gönlünü kırarsa o zaman Kabe’yi viran etmiş gibi olacak. Bu noktadan biz Celaleddin Rumi’ye doğru yola çıkalım. Celaleddin Rumi bir beytinde Kabe’ye gidenlere sesleniyor ve diyor ki “Ey Kavim nereye gidiyorsunuz? Aşık sizseniz Maşuk burada. Size duvar gibi yakın bir yerde, nereye gidiyorsunuz.” Şimdi bunu bir kenarda hatırımızda tutalım ve Abdullah Ensari’ye geçelim. Abdullah Ensari’de de aynı konu var. Bir müminin kalbini kırmak, Kabe’yi viran etmekle eşdeğer. Müminin kalbinin Allah’ın namazgâhı olduğunu söylüyor Rumi. Aynı şeyi Abdullah Ensari’de de görüyoruz.

Peki veli derecesinde olmayan biri bunu söyleyebilir mi? Niye söyleyemez? Çünkü o zamanlar Horasan’da o kadar çok bilim adamları vardı ki. Eğer bunu söylemeye vekaleti ve hücceti olmazsa onu alaşağı ederlerdi. Nevâî’nin dediklerinin muteber olduğu buradan anlaşılıyor. Kimse itiraz etmiyor ki Nevâî bunu söylemeye cesaret ediyor. Aynı şiiri söylemesinden Nevâî’nin mertebesini de öğrenebiliyoruz. Bunun gibi birçok örnek var. Ama konu tarikat konusu olunca, hani derler ya pervane yanan mumun çevresinde uça uça ateşin içine girdi, büyüdü, yandı, kayboldu. Niye mumun çevresinde döndü? Mumun şulesinin çevresinde yani ateşin içinde ne olduğunu öğrenmek istedi. İçeri girdi, yandı, kayboldu, yok olup gitti. Ne istediğini öğrendi ama söylemeye şimdi imkân yok, söyleyemez tabii ki! Yok olup gitti çünkü. Nevâî de aynı şekildeydi. Yine de yolunu bulup bizim gibi çağdaş dünyanın insanlarına anlayabileceğimiz şekilde sunduğu için Allah ondan razı olsun diyoruz. Mekânı cennet olsun, ruhu şad olsun.

Şimdi ben romanı açmadım. İsterseniz açayım. Bunun gibi birçok şey söyleyebilirim. Bir başka şey Nevâî’nin hasbihaliyle ilgili. Burada birçok kişi Nevâî neden askere gitsin, neden asker olsun, diyor. Kıskançlıklarından dolayı Nevâî’nin askere gitmesini kabul edemiyorlar. Bir başka grup “Nevâî’nin cebinde para yok niye hamama gidiyor?” diyor. Aslında cebinde parası vardı ama bir yerde düşürmüş. Onu da kabul edemiyorlar “Nevâî gibi birinin cebinde para olmaz mı?” diyorlar. Niye olsun ki yani fakirlikte. Askerden dönüp gelmiş. Herat’tan gelince “Kara Ordu” denen sıradan askerler biri. Oradaki türlü rezillikleri görüyor, oradan ayrılıp Semerkant’a geliyor. Ben diyorum “Niye olsun para?”; onlar diyor “Niye olmasın para?”. Sonra orta yolu bulduk. Evet, Nevâî asker olmuş ama yüksek rütbelilerin yanında olmuş, şeklinde deyince ılımlı bir bakış sergilediler. Hoca Arsan Arhengi konusundan da bahsetmek gerekiyor bu konuyu aydınlatmak için. Ali Şir Nevâî fukaraları dinlediği zamanlarda birisi şikâyete geliyor “Bir adam bana, sen birinin yanında asker olmuşsun.” deyip beni küçümsüyor şeklinde. Nevâî diyor ki ”Ama sen gerçekten o adamın yanında askerlik yaptın, bunu herkes biliyor. Ayrıca onun yanında askerlik yapmanın kötü bir tarafı var mı? Askerlik bir şeref işi değil mi?”. Sonra kendisinden bahsediyor. Ben Hoca Arsan Arhangi’nin askerlerindendim. Hatta bugün bile Hoca Arhengi gelse de “Gel askerlerimden ol!” dese yine olurum, diyor. Bunlar bugün Nevâîşinaslık bilimimizin Nevâi hakkında bulduğu yeni bilgiler ve bunların edebî eserlere elbette yansıması gerekiyor.

Şiirlerdeki geçişler bambaşka. Şiirlerdeki âlemler, dünyalar, on sekiz bin alem diyor mesela, onlar bambaşka ve bu dünyadan çok daha yükseklerde. Bir de ben size Muhakemetü’l-Lügateyn’i tavsiye edeceğim. Zaten küçük bir eser. Onu anlamada zorluk çekmezseniz. Oradaki Türk diline olan saygıyı görün. Bir tarafta Cami var, bir tarafta o güne kadar yaratılmış iki tane hamse var. Tabi başka hamseler de var ama meşhur olan bu iki hamse. Herkesin gerçekten Fars dili güzel bir dil olduğunu kabul ettiği bir dönemde, Nevâî o mertebeye Türk dilini de koydu. Hatta destan ve gazellerin yazılmasında îcâz usulünü kullanarak, bu iki dilden daha yüksek bir mertebeye çıkarttım, dedi. Yani diline, milletine gösterdiği saygıyla Nevâî’ye denk birini ben görmüyorum. Tabiki bunlar benim Nevai’nin eserlerini, hayatını öğrendikten sonra vardığım şahsi düşünceler.

Nevai’nin bilinmeyen yönlerine gelince, benim de bilmediğin birçok yönü vardı. Burada yazar âlimin arkasından geldi. Yazar ışık tuttu, yazar gördü ve bunu ondan sonra esere döktü. Âlimler olmasaydı eseri yazamazdık tabi. İşin diğer tarafı var.

Edebiyatşinaslığımızda tarihe olan ilginin biraz daha değişmesine neden olabilecek bir konu bu. Şimdi biz edebî eser diyoruz ve kurguluyoruz. Birçok kurguyu ipek böceği gibi dile, kağıda döküyoruz. Ama işin başka bir tarafı var. Bu kurguda gerçekte de yaşamış bazı kahramanlar var. Sizin bizim gibi yaşayıp ömürlerini tüketmiş insanlar bunlar. Ama ruhları hâlâ diri, mahşer gününü bekliyor. Eğer mümin olarak ölmüşse dünyadan gelecek sevapları, iyilikleri gözleyip duran insanların ruhlarıdır onlar. Şimdi birilerini kötülemeye başladık diyelim. Şunları yaptı, kendisi kötü bir insandı gibi. Bunları dediğimiz zaman o ruh, ‘Bu kötülük dünyadan bana niçin geldi, kim sebep oldu buna?’ derse, nasıl cevap vereceğiz?” O yüzden diyorum ki tarihî eserlerde imtihan oluncaya kadar doğru söylemler kurgu yapılmalı, birilerinin ağzından çıkmamış laflar için bunları şu söyledi denmemeli! Biraz sert bir söylem olacak ama o zaman töhmet altına girilmiş oluyor. Yani burada da bir adalet olması gerekiyor, diye bir düşüncem var. Ben bu romanı yazarken buna özellikle dikkat ettim. Mesela romanda Mecididdin var, Mecididdin devletin parasını çalan bir adam. Çok dikbaşlı biri. Nevai’ye karşı bir fitne hazırladığını diyorlar. Ancak bu henüz ispat edilememiş bir bilgi. Kaynaklarda yer alıyor olsa da, söylemekten imtina etmeniz gereken bir husus.

– Aybek’in Nevai romanıyla da benzeşen yönler var dediniz. Aybek ve siz biri Sovyet diğer ise bağımsızlık döneminde yazılmış, aynı konuyu ele alan iki romanın yazarlarısınız. Sizin eserinizin Aybek’inkinden farklılaşan ya da benzeşen yönleri neler?

– Aslında Nevâî’nin hayatının başından sonuna kadar ortaya çıkan olaylar konusundaki benzerlikler dışında, iki eser arasında bir benzerlik yok. Mesela Sultan Hüseyin ile Ali Şir Nevâî arasındaki ilişkiye bakılacak olursa tam tersi. Ali Şir Nevâî ve Sultan Hüseyin birbirlerini o kadar sevmişler ki dostluğun en güzel örneği bu.

Aybek’in eserinde, benimkinden farklı olarak, Ali Şir Nevâî veli şahsiyet, şair, Türk hayranı vs. halka iyilik yapmayı seven halkın duasını almayı en önemli şey diye düşünen insan değil de daha çok ihtilalci olarak yansıtılmış. Halkın tarafında oluyor, halk Sultan Hüseyin ve diğerlerine karşı ayaklanıyor, Nevâî savaşa giriyor…

Orada daha önemli bir konu var. Bizim yazarlarımız da daha bu konuya dikkat etmiyorlar ya da özel olarak vurgulamıyorlar: Şeyh Behlül konusu. Şeyh Behlül hakkında Handmîr Mekârimü’l-Ahlâk’ta haber veriyor. Ali Şir Nevâî vefat ettikten sonra Sultan Hüseyin Nevâî’nin evine geldiğini, Şeyh Behlül’ün de orada olduğunu ve taziyelerini bildirdiğini söylüyor. Peki, Şeyh Behlül kim? Biliyoruz Şeyh Behlül daha önce Harezm’e gönderiliyor. Herat’tan üç bin kişiyi Harezm’e göndermek üzere Sultan Hüseyin bir ferman imzalıyor. Nevai diyor ki Heratlı bu kadar aileyi oraya göç ettirmek yanlış. Siz bana fermanı dokuz defaya kadar reddetme hakkına sahip olduğumu söylediniz. 10. kez geliyorum yanınıza. Sultan da fermanı imzaladım ama 3000 kişiyi değil 1000 kişiyi gönderelim diyor. Bu ailelerin arasında Şeyh Bahlül ve ailesi de var. Peki Behlül kim? Burada biraz sonra dikkat çekeceğimiz başka bir husus daha var: 9 konusu. Şimdi Behlül konusunu aydınlatalım. Nevai’nin ailesi hakkındaki bilgilerde Şeyh Behlül hiç gözükmüyor. Nevâî’nin ailesine ait bilgilere bakalım. Nevâî’nin çocukluğunda annesi, küçük kardeşi, 2 dayısı ve Gıyaseddin Bahadır’dan bahsediliyor sadece. Gıyaseddin Bahadır’ı bahçesindeki şiir sohbetlerinden de biliyoruz. Nevâî’nin annesinin çok saygın bir ailenin kızı olduğu biliniyor. Çok saygı duyulan biri ki dayılar sık sık gelip gidiyorlar, bazen orada kalıyorlar hatta. Ama HandEmîr’in Mekarimü’l-Ahlak adlı eserinde, Nevâî’nin abisi olduğunu söylediği Şeyh Behlül’den bahsedilmiyor. Buradan ancak tek bir fikre ulaşılabiliyoruz. Behlül, Nevâî’nin üvey abisi olabilir. Neden? Çünkü savaşlara giden, sarayda önemli görevlerde hizmetlerde bulunan Gıyaseddin Bahadır’ın birden fazla eşinin ya da kölesinin olması muhtemeldir. Neden onu bugünün gözüyle değerlendirelim ki! O zamanın şartlarında bu oldukça normal bir durum. Zaten Nevâî’nin kendisi de mahrem olduğu için bu konulara hiç girmiyor. Biz niye değinelim diyoruz: Behlül konusu mahrem olmadığı için, Behlül Nevâî’nin üvey abisi olduğu için… Şimdi “dokuz” mevzuuna gelince Moğollardan kalan bir örf bu. Mesela ölen kişinin çevresinde “dokuz” defa dönülüyor. “Dokuz” tane at kesiliyor. “Dokuz” sayısı Moğolların kutsal sayısı. O yüzden dikkat çekilmesi gereken bir husus bu. Niye Sultan Hüseyin saltanatında “dokuz” deniliyor. Güzel bir şey elbette bu. Bu konuda bir de Cengiz Han’a gitmek gerek. İmkân oldukça Cengiz Han’ı uzaklaştırmışlar. O dönemki rejimin öfkesi o kadar büyük ki Cengiz Han’a. Cengiz Han’ı her türlü yolu kullanarak ayaklar altına almaya çalışmışlar. Hatta Sovyet rejimi dönemindeki araştırmacılar “dokuz” sayısı konusunda bile bir açıklama yapmadan geçmişler. Ama yine de gerçeklerden hiç kaçamıyorlar. Niye Emir Timur gidiyor orada Moğol hanının kızıyla evlendikten sonra yönetim hakkını alıyor. Çünkü hanın Moğol hanının soyundan olması gerekiyordu. Yani yurdu yönetme hakkı onlardaydı. Moğolların Emir Timur saltanatında nasıl bir yer tuttuğunu da biliyoruz. Ondan sonra aynı gelenekleri Emir Timur’un evlatlarının devam ettirdiğini inkâr edemeyiz. Bunun gibi birçok detaylar var.

Şimdi Aybek de benim dediğim tiyatro oyununun senaryosunu yazanlar da bu dünyadan göçtüler. O kadar zorluklar içinde bile Nevâî’yi millete geri verdiler diyebiliriz. Ama onların eserde yansıttıkları  yanlışları rejimin taleplerine göre ortaya çıkan o yanlışları düzeltmek de bugünün talebi. Aradan geçen 80 yıla yakın bir zaman diliminde halen rejimin yalanlarını tekrarlamamalı edebiyatımız. Bundan sonra da Ali Şir Nevâî konu alan başka eserler yazılacak elbette. Hayatının belli dönemleri ya da bir eseri üzerine ya da başka bir şey olabilir bu. Birçok konu var eser olabilecek. O zaman daha da derin daha da gerçekçi eserler yazılacak inşallah.

– Derler ki “Bir eser yayınlanana kadar sizindir, yayınlandıktan sonra halkın malı olmuştur.” Bu bakımdan kendinizi bir okur olarak düşünürseniz, Ali Şir Nevâî adlı romanın Türk edebiyatındaki yeri ve önemi hakkında neler söylemek istersiniz?

– Kendimce yenilikler yapıp, bir şeyleri dizmeye çalıştığım bu eserde elimden geldiği kadar, mütevazî bir şekilde halkıma, milletime hizmet etme niyetiyle yola çıktım. Yani eserden tek beklentim dua, Nevai gibi. Nevai ne kadar yüce şahsiyet olsa da eserlerine baktığınızda hepsinde milletten, halktan dua istiyor. Bu fakire dua edin, diyor. İnsanların yaşamındaki bu kural hiçbir zaman değişmiyor. Benim de ufak da olsa bile bir katkım olsun. Öncelikle hak ve millet aşığı ali şir Nevâî’yi tanısınlar ve ona dua etsinler. Sonrasında ise ben de bu mütevazi hizmet için dua kazanayım, diye yazdığım bir eser bu. Şimdi tercüme edilmesi benim bu arzularıma erişmemin çok büyük bir ödülü bir mükafatı oldu. Neden? Ben bir tek Özbek okullarına, aydınlarına yönelik olarak yazmıştım ama şimdi Türkiye Türkçesi’ne aktarılması diğer dillere de aktarılmasına vesile olabilecek bir olay. Bunun için size çok teşekkür ediyorum. İnşallah bu arzularıma fazlasıyla ulaşacağım, diye seviniyorum. Tabi yazılması gereken daha çok şey birçok olay, ahlak ve adap konusu var. Eğer ben onları da katsaydım eser hemen hemen 1000 sayfa olacaktı gibi geliyor bana. 2020 yılının sonunda bitirdim. Şimdi aradan beş yıl geçti ve bu eser bana yazarlara verilebilecek en büyük unvan olan Özbekistan Halk Yazarı ünvanını getirdi. Ama bununla birlikte benim en büyük temennim dua getirmesi.

Okur olarak zor biraz daha. Şu anki duygu ve düşüncelerimle, bildiklerimle okuduğum zaman hani şu olayı da yazar ekleseydi, hani şu yöntemi de eklemiş olsaydı falan gibi düşüncelere kapılmıyorum değil tabi. Bunca bilgiyle yoğrulmuşken, kendimi bunlardan tenzih edip bir okur olarak kendimi nasıl hayal eder, nasıl böyle bir hale evrilirim bilemiyorum.

– Peki eseri Türklük ve Türk dünyası açısından değerlendirirseniz bize neler söylemek isterseniz?

– Doğru yoldaki Türk insanı kimdir diye sorulduğu zaman, biz hiç şüphesiz Ali Şir Nevâî, deriz. En doğru yoldakilerden birisi o. Güneş gibi parlayan şahsiyetlerimizden biri. Ama onlardan üstün bir tarafı da var. Onun asıl büyüklüğü, Türklüğe olan içten bağlılığında, saygı ve sevgisinde. İnanç perspektifinden bakarsak birçok velî şahsiyetimiz dünyayı reddederken, Ali Şir Nevâî kendini aşikâr etmen, kim olduğunu gösterebilmen için dile ihtiyacın var, diyor. Ana dilin Türkçedir, diyor. Bu dili, anne babanın kim olacağını, hangi dönemde ve nerede dünyaya geleceğini tabii ki Allahu Teala seçmiştir. Ama biz kullarını çok daha fazla sevdiği için benim buralarda dünyaya gelmemin en hayırlısı olduğunu ifade ediyor. Yani kendinin o dönemde, o anne babayla ve o milletin ferdi olarak dünyaya gelmesinin Allah’ın bir mükafatı ve en hayırlısı, en hayırlı varyasyonu olduğunu dile getiriyor Ali Şir Nevâî. Bu doğrultuda “Muhakemetül Lügateyn”e başvuruyoruz. Aslında birçok yerde de Türklükten bahsediyor. Eyledim bu memleketi yek kalem, diyor. Ama “Muhakemetiül Lügateyn”de Türk diline olan sevgisi o kadar büyük ki… Sadece “Muhakemetül Lügateyn”i ele alsak bile orada yazdıkları zaten Nevâî’nin ne kadar halk sever olduğunu bize gösteriyor.

Mukayeseli araştırma diye bir yöntem var edebiyatta. Şimdi Nevâî dönemine kadar olan ya da ondan sonraki milletlerin yüce şahsiyetlerini Nevâî ile mukayese edelim. Mesela Şekspir ya da Pomer. Ya da başka bir şahsiyet olsun fark etmez. Düşüncede, sanatta, sevgide Nevâî’nin hepsinden çok daha üstün olduğu görür, gururlanırız. Bu minvalde Nevâî’yi  Hazreti İsa’nın doğumundan bir müddet sonraya kadar yaşamış ve “Tezerrü” eserinin yazarı Evliya Augustine ile mukayese edelim. Bu eser birçok dile çevrilmiş. Yunanların çok övdüğü bir eser bu. Nevai iki mısrasıyla Tezerrü’deki her şeyi birleştirmiş:

Cihandan natamam ötmek biaynih

Erür hammamdan napak çıkmak

Bu dizede “TezeRRü”deki herşeyi yorumluyor Nevâî. Hatta tüm insanlığa hitap eden mısraları var:

Alem ehli biliniz: iş emes düşmanlık

Yâr olun birbirinizge kim yarlık iş.

İnsanlığa pek çok konuda mesajları var Nevâî’nin. Bir başkası günümüzün edebiyat ehilleri “Dünyaya niye geldim?” diye soruyor. Kimisi de “Dünyada nasıl yaşayayım?” diye. Nevâî ve birçok yüce şahsiyetimiz ise “Dünyadan sağlıcakla nasıl çıkayım?” diye bu soruya cevap veriyor. Evet “Dünyaya nasıl geldin, dünyada nasıl yaşadın?” tamam da “Dünyadan sağ salim nasıl çıkabilirim?”, bence bununla her şey söylenmiş oluyor.

– O zaman eseriniz Nevâî’nin çok bilinmeyen yönlerine de ışık tutuyor diyebilir miyiz?

– Bu soruya birkaç örnekle cevap verebiliriz. Nevâî’nin Estarabad’a gönderilmesi 50-60 yıldır, Sultan Hüseyin tarafından sürgün edildi diye yorumlandı. Hatta Ali Şir Nevâî’nin yeğeni Haydar, kendisine biraz Sevdayi diyorlar, bir yerden Nevâî’yi zehirleyip öldürmek istediklerini duyduğunu, dahası Sultan Hüseyin’nin Nevâî’yi Estarabad’a zehirleyip öldürmek isteğiyle göndermiş olduğunu söylüyorlar. Bunlar doğru değil. Mevlânâ Sanei olayını hatırlayalım:

Eğer yarın görecek olsak kılıçların harbini

O zaman göreceğiz Ali Şir’in bilek zerbini

şeklindeki beyitinden dolayı Sultan Hüseyin onu hapse atıyor. Ve ömrünün sonuna kadar oradan çıkartmıyor. Ali Şir NEVAİ’ye o kadar saygısı var. Nevâî’nin Estarabad’a gitmesi, o çevredeki çalkantılardan dolayı. Eğer orada Nevâî olursa kimse bir şey yapmaya cüret edemez. O yüzden gönderiliyor. Peki Nevâî neden Estarabad’ı sevmedi. İbni Batuta o bölgede rutubet ve kum rüzgarları olduğunu bu yüzden çok kötü bir havası bulunduğuNU söylüyor. İnsanlar yazın şehirden kaçıp gidiyor ya da havuzlarda korunuyor. Yanında Hazar denizi var. Nevâî romatizma hastası. Dolayısıyla oraya gidince hastalığı ağırlaşmaya başlar. Giderken gayet diri olan Nevâî’nin dönerken elinde asa var. O yüzden geri dönmeyi defalarca rica ediyor Sultan Hüseyin’den. Ama Nevâî’nin oradan dönmeyi rica etmesinin tek nedeni hastalık da değil.  Bir de tabii orada canı sıkılıyor. Çünkü sohbet edebileceği kimse yoktu orada. Nevâî’nin aradığı ilim sahipleri Herat’ta. Bu yüzden Nevâî’nin orada canı sıkılıyor. Ama eski yorumlarda Nevâî oraya sürgün edildi deniyor. Bizse sürgün edilmediğini iddia ediyoruz.

Bunun gibi birçok esere yansımayan ama gerçekleşmiş olaylar romanda yansıtılmaya çalışıldı. Eserin başlangıcına bakarsanız Tabiat tasviri ve Allah’a bir münacaat var. “Sen bunları nasıl yaptın!” diyerek bu kudret bu yaratıcılık karşısındaki şaşkınlık dile getiriliyor. Ali Şir Nevâî zamanında klasik edebiyatımızda esere Allah’a hamd ve Resulullah’a naat ile başlanmış. Romanda bu biraz daha çağdaş bir yöntemle veriliyor. Yine hamd ile başlanıyor ama daha farklı bir şekilde. Bitkiler, sular, toprak tasvirlerinde ileride yazılacak olan şiirlerin başlangıcını görebilirsiniz. Mesela kurt yani böcek candan geçip ipek oldu. Ya da tohum yere girdi çiçek oldu. Aynı kurdun candan geçip ipek olduğunun, tohumun yere girip çiçeğe dönüştüğünün tasvirini eserin başında görüyorsunuz, ondan sonra şiire dönüşüyor. Aynı şekilde Teft’te genç Nevâî güneşin battığını gördüğü zamanki tasvirde de bunu görmek mümkün. Bir tarafta güneş batıyor, ama diğer tarafta bir tane yıldız oluşuyor. Değişmekte olan mavi semada bir tane pırıl pırıl yıldızcık peyda oluyor. Dokuz on yaşlarında bir çocuk o zaman Nevâî. Acaba “Arezin yapgaç gözümden dökülür her lahza yaş”  beyitinde olduğu gibi, bir tarafta güneş batıyor diğer tarafta yıldız doğuyor. Ama o güneşin ışığı varken yıldız parlayabilecek mi? Eserin birkaç yerinde bunun gibi işaretler var. O işaretlerin ardından şiire ya da destana girebiliyoruz. Ya da Semerkant’taki Hamam mevzu mesela. Hamam’a giriyor ama temizlenemeden geri çıkıyor. Yıllar geçince cihandan natamam geçmek “beayni Erür hammamdan napak çıkmak” beyitiyle birbirine bağlı gibi görünüyor.

Bir de benim kendi keşiflerimden bahsedecek olursam Nevâî’de hiçbir şekilde para yok. Medreseye çağırıyorlar ve sabah medreseye gidiyor. Birisi var da kuşlara ekmek kırıntısı veriyor. Pazardan geçiyor. Pazarda kelle paça satılıyor. En ucuz yemek bu. Bugün Taşkent’te de öyle, en ucuz yemek kelle paça. Bir zamanlar koyun ya da sığır kesilirse kelle paçası kenara atılırmış. Daha çok göçmenler yemek olarak kullanmışlar kelle paçayı. O dönemler Semerkant’taki esnafa birçok garip insanın gelip yediği bir yemek bu. Nevâî o yüzden kelle paça satanların yanına gidiyor, kelle paçanın fiyatını soruyor. O bile biraz pahalı geliyor Nevâî’ye. İşte o zamanki zorlukları anlatan görüntüler bunlar.

Bu konuda değinilebilecek bir konu kuyruklu yıldız konusu. Nevâî, kuyruklu yıldızı ilk kez Teft’ta görüyor. Ve Teft’teki insanların kuyruklu yıldızın kuyruğunun yukarıda veya aşağıda olmasının geleceğe dair bazı işaretleri olduğuna yönelik inançları bulunduğunu öğreniyor. Eğer kuyruklu yıldızın kuyruğunu yukarıda görürsen bu iyiye işaret. Ancak eserde dört yerde kuyruklu yıldız bahsi geçiyor. Üç değil de dört kez! Bunun hakikati nedir, bilmiyoruz fakat bana göre 4 basamakta elde edildiğini gösteren bir şey. Şimdi ilk gördüğünde kuyruklu yıldızın kuyruğu yukarı fırlamış, ikinci ve üçüncüsünde de öyle, dördüncüsünde aşağı inmiş. Bu başka bir olaya işaret ediyor, yani bu dünyadan göçme vaktine. Benim düşünceme göre Nevâî’nin 4 divanı var ve onun yükselmesi 4 divanı ile oluyor. Her kuyruklu yıldız 1 divanı simgeliyor. Her divanda Nevâî’nin yıldızı parlıyor. Sonuncu kuyruklu yıldızın aşağıda olması ise yaşlılık dönemini anlatmasına işaret olduğu kadar divanların bitişini de simgeliyor. 4 kuyruklu yıldız, 4 divan ve hayatın 4 dönemi. Ben bazen öğrencilere Nevâî’den ders veriyorum. Diyorum ki “Hayal edin: Ya Nevâî Türkçe değil de Farsça veya Arapça yazsaydı? O zaman ne olacaktı?”

– Onun hayatını derinlemesine araştıran bir Nevâîşinas olarak, Nevâî’nin insanlık adına verdiği tüm hizmetlerin, yazdığı eserlerin ve dolaylı olarak sizin eserinizin temelinde yatan düşünce için ne söylersiniz?

– Bazı insanlar olabildiğince dünyada kalmayı arzu etmesine rağmen dünyadan göçerken, Ali Şir Nevâî onu bir hizmetkâr olarak gördü ve ondan imkân olduğunca hayırlı bir şekilde yararlandı. Şimdi bunun bazı ayrıntılarına dikkat çekelim:

Gezginler Horasan topraklarına adım atarlarsa, söz sanatı ehlinin önderi, değerli söz hazinesinin haznedarı ve nazım gülistanının gezgin bülbülü yani günahlarının bağışlanmasını ve kusurlarının örtülmesini isteyen Ali Şir, lakabı “Nevâî”nin yaptırdığı bina, kale, medrese, cami, bağ, bahçe ve diğer yapılara teşrif buyurup o zat için hayır duaları ediyorlar.

Mesela, nazlı dalgaları kıyıya vuran İncil Nehri kenarında, sanki müteahhidi de mimarı da kendisiymiş gibi, tertemiz “Ünsiye” bağının odaları ve kütüphanesi herkese açıktır. Gelenleri “Ey Rabbim, lütfunla hepsini affet, amel defterinden de sil!” duasıyla karşılar.

İhlasiyye” medresesine öğrenciler akın akın gelirler. Onların yiyeceği, giyeceği, yatacak yeri, hatta müderris ve çalışanların maaşlarına kadar, yalnızca temizlik işleri değil, kar küreme, su arklarının temizlenmesi, bayram günlerinde kandillere mum yakılması gibi en küçük hizmetler bile yüce gönüllü o yüce zatın vakfı tarafından karşılanır. Bu unsurlar da “Günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört” diye yalvarır.

Medresenin karşısındaki “Halâsiyye” tekkesinde Allah âşıkları zikirle meşgul olurlar; bu hamd ve övgülerin söylenmesine vesile olan zat da sanki onlarla birlikte onun şu yakarışını duyar gibi olurlar: “Reddedilen dualarımı huzurunda makbul eyle, günahıma Resûl’ü şefaatçi kıl!”

Perverdigarın şifayı otların, kuşların, hayvanların, taşın, toprağın bağrında topladığı mâlumdur. “Şifâiye”de hastalar tedavi görürler. Burası da yine o yüce zatın tamir ettirdiği “Milkât Ağa” şifahanesi de kendilerinin ifade ettiği gibi “Mahir bir tabip şefkatli olmalıdır ki İsa Rûhullah’a benzesin. İsa’nın işi, çıkmış canı duayla tekrar bedene döndürmektir; hekimin işi ise, bedenden çıkmak üzere olan cana deva ile mani olmaktır.” kaidesine göre hizmet ederler.

Onun yaptırdığı hamamların girişinde daima şu yazı asılıdır:

Cihandan natamam ötmek biaynih,

Erür hammamdın napak çıkmak…

O yüce zatın yaptırdığı Cami-i Kebir’e ibadet için gelen müminlerin attığı her adım için kendisine sevap yazılırsa, o sevaplardan Hazret’in adına da müjdeler hasıl olur. Onun tamir ettirdiği Herat Cami, yaptırdığı kâğıt değirmeninin çarkı ve oradan çıkan her bir kâğıt da ona dua eder.

Yalnızca Herat halkı değil, Meşhed, Estarabad, Merv ve Belh şehirlerinin insanları da onun yüce cömertliğinden nasiplenirler. Bağ-ı Murgânî, Bağ-ı Sangkaşân, Bâğçe-i Şevkiyye ve Bâğçe-i Bâbâ Suhta halkı bekler durur. O mekânların misafirlerinin kulaklarında Hazret’in şu itirafı yankılanır.

Ve gâhi hayru sehâvet ehline koşuldum

Ve türlü hayrlı imaretler berpa ettim

Bu ses yalnızca Herat’ta değil, Meşhed’de de o yüce yaratılışlı zatın himmetiyle tamir edilen melike-i kiram Gevherşad Begim Medresesi’nin kandillerinin parıltılarında da yankı bulur.

O zatın Meşhed halkına su getirmek için yaptırdığı kanalın suyundan faydalanan canlılar, insanlar, bitkiler onun ruhuna hayır dualar ederler. Nehrin suyu, Mir Ali Şir’in değirmenine ulaşır; herkes bu suya ‘iyilikler suyu’ değirmene de ‘hayır ve merhamet değirmeni’ dese yerinde olur.

Meşhed’deki “Meşhed Ambarı”nın suyuyla hayat bulan her varlık, o yüce zatın ruhuna dua eder.

Hafız, Kur’an’ı tecvidine riayet ederek okuduğunda dinleyenlerin ruhu huzur bulur, gönülleri ferahlar. Oradaki “Dârü’l-Huffâz”da mukaddes Kelâm’ın tilaveti, makamları aşarak göklere yükselir ve “Hafız ki güzel bir telaffuzla yerli yerince okursa, işitenlerin ruhuna ondan huzur ve gönle ferahlık ulaşır.” sözünün gerçeğini ortaya koyar. Bu kıraatın diğer ayetleri, Hazret-i Abdurrahman Cami’nin türbesinin kitabelerinde, Estarabad’daki cami mescidinde, Mir Sarayı’nda ve onun yaptırdığı çeşitli yapıların duvarlarında da yankılanır.

Merv’deki “Hüsreviye Cami”sine halk akın eder. Rivayete göre, bu caminin ilk tuğlasını koyması için Nevâî, Ebulmuhsin Mirza’dan ricada bulunmuştur. Cami’nin yakınında “Langargâh” adı verilen bir başka mekân daha vardır ki burada yetimlere ve yoksullara yemek dağıtılır. Mevlânâ Sirrî’nin ismiyle anılan bu mekanı Hazret Ali Şir Nevâî inşa ettirmiştir.

Bu şaşkınlığı Bust’ta da yaşarsınız. Oradaki “Sangibast” ve “Dezabad” kervansarayları yolculara bir sığınaktır. Ayrıca burada Hazretin yaptırdığı “Torak” adı verilen bir baraj ile insanların en faziletlilerinden biri olan Mevlânâ Kasım Enver’in türbesi de burada yer almaktadır. Onun görkeminin de Emir’in cömertliği sayesinde olduğu söylenir.

Bunlar arasında, Belh’teki muhteşem bahçeleriyle ünlü “Nemekdan” misafirhanesi ve yemek dağıtım yeri ile içindeki “Zemzem Suyu” havuzu da vardır.

Nevâî’nin hayır işlerine şahit olanlardan biri şöyle demiştir: “Gerçekten, ‘Çabalarım sayesinde kervansaraylar inşa edildi ve bu yolculara sevinç getirdi.’ deyip mütevazı bir şekilde lütufta bulunsa da, yaptırdığı kervansarayların sayısı elli ikiydi. Zamanın ileri gelenlerinin çoğunun, halk için bir dam veya küçük bir bahçe bile yaptırmaya ne gayreti ne de himmeti yetiyor. Zamanın ileri gelenlerinin halk için bir dam veya küçük bir bahçe bile yaptırmaya ne gayreti de özverisi var. Hatta bazı kimseler var ki, bırakın halk için, kendisi için bile bir şey yaptıramaz. Kervansaray, yolcuya sığınak olsun diye kurulmuştur; içinde yemeği, suyu, güvenli bir konaklama imkânı bulunur. Bundan hem insanlar hem kuşlar hem de diğer canlılar faydalanır. Yaptırana sevabı sürekli ulaşır.”

Nevâî hazretleri bazısı taş ve kayadan, bazısı ise ahşap ve tuğladan olmak üzere on altı köprü inşa ettirdiler. Bunların çoğu, binek hayvanları, arabalar ve kalabalıkların geçmesi düşünülerek yapılmış. Sanki “Sırat Köprüsü’ne geldiğimde bana ‘Ey fakir kul, âlemde sen insanlar için köprüler yaptırdın, şimdi de kendi yaptırdığın köprülerden geçtiğin gibi geç!’ denilsin.” gibi bir arzuları vardı.

Toplam on sekiz cami inşa ettirdiler, her biri halkın hizmetindedir. Ayrıca üç medrese yaptırdılar ki insanlar hem dinî ilimleri hem de dünyevi bilgileri öğrensinler. Kendi ifadesiyle: “İlim medreselerinde son saflarda yer alıp, âlimlerin meclislerinde ilmin nuru ile gönüllerini aydınlatsınlar.”

Ayrıca on bir tane havuz inşa ettirdiler; bunun hikmeti şöyle ki, insan gelmese bile kuşlar, hayvanlar gelir. Nevâî’nin isteği onların içtiği suyun damlaları miktarınca kendisine sevap yazılmasıydı.

Ayrıca Estarabad’da “Kabus Minaresi”ni tamir ettirdiler. Bu minareyi, Ziyarîlerden Şemsü’l-Maâlî Kabus bin Vușmagir yaptırmıştı. Ziyarî hükümdarlarının ve onların soyundan gelenlerin ruhu şad olsun!

Ayrıca Arslan Cazib kervansarayını tamir ettirdiler. Arslan Cazib, Sultan Mahmud Gaznevî’nin cesur komutanlarından olup, Sultan Mahmud’un Hindistan seferlerinde daima yanında bulunmuş, sonrasında da Harezm bölgesine vali olarak atanmıştı. Allah rahmet eylesin.

Buveyhîlerden Adudüddevle’nin ruhuna sevabı ulaşsın diye, Çarşı (Çorsu) pazarını tamir ettirmişlerdi. Bu ticaret alanına adım atan insanların helâl alışverişlerinden ona sevap ulaşsın, istediler.

Fakirlere yiyecek ve giyecek dağıtmanın yanı sıra, “Ünsiye”de ve diğer mülklerinde kurtlara, kuşlara yem serptirir, kanallar kazdırarak kurak yerlerde yabanî doğanın kendi halinde yeşermesine yardımcı olurlardı. Kim bilir; toprağı, otu, hayvanı, kuşu, insanı ve onların getirdiği suyu, yetiştirdiği tahılı var eden yüce Allah, kendisine nasip edilen nimetleri başkalarıyla paylaşan kuluna nasıl dereceler bağışlardı? Yolda giderken bir haşeratı farketmeden ezmemeye dikkat edin; bitkilerin alt dallarını veya ucunu koparmayın, çünkü o hayatı boyunca Yaratan’a hamd eder, derlerdi.

Bunların hepsi kıyamet günü o zat için şahitlik edecektir.

O yüce yaratılışlı zat dünyadaki insanlara âlem ehlince hiç eskimeyecek, çağın değişimleri tesir etmeyecek,  kıymeti ülkelerin vergilerinden daha fazla olan öyle hazineler bahşetti ki… Hayalinde tasarladığı bir “cihan aynası” gibi, o bahçelere türlü olayları canlandıracak şekilde yerleştirdi. Ancak onun cihan aynası camdan değil, baştan başa vadiler, vahalar, bağ bahçeler, yemyeşil mesirelikler, çöller ve bozkırlardan oluşuyordu. Adeta Musa aleyhisselâmın asası ona kalem olarak verilmişti; kalemini bir dokunuşla oynattığında yeni bostanlar peyda oldu.

O mekânların girişine, kendi ana dilini yücelterek, tarihin altın sayfalarına silinmez harflerle onun methini yazdı.

Ve dünya hazinelerinden daha kıymetli olan bu hazinelerin girişine, tüm hikmet taliplilerine hitaben kendinin şu niyazını da yazdı:

Bu gizli ilmi ortaya koymuş bulunuyorum; umudum odur ki, bundan haberdar olanlar, çektiğim sıkıntı ve meşakkatler hürmetine bu aciz kulunu hayır dualarla ansınlar ve ruhumu böylece sevindirsinler…

Söylediği sözler bir dua ve niyaza oldu; melekler onun sözlerini mühürlediler ve göğün divanına yükselttiler.

Sanki dedi ki:

Sözlerimi, bu dünyada ömür sürüp göçmüş, velilik makamına ulaşmış üstatlarıma, tüm insanlığa ve neslime makbul eyle. Ondan halka ve bana faydalar eriştirecek şekilde hayırlı kıl. Onu, Sen’in sonsuz merhametin, mürüvvetin, lütfun, fazlın ve mağfiretine bir vesile eyle. Bu fakir kuluna da halkın duasını nasip et.

Kim ki benim gibi fani bir kulu dua ile anarsa, onun dualarını kabul eyle; bununla birlikte sonsuz lütfunla hepsini affet ve amel defterinden tüm günahlarını sil…

Bu sözler, o yüce zatın parlak zekâsının ışığında kaleminden dökülenlerden yüzde biri, hatta binde biri bile değil. Yüce Yaratan ona öyle bir güç bahşetmişti ki, âlemde var olan her şey sanki ona varlık sırlarını beyan ediyor. O ise, sayısız anlam çiçeklerinden miskal miskal hikmet balı toplayarak insanlara armağan etti.

Madem ki Perverdigar onu halkın bir üyesi olarak dünyaya getirmiş ve Kendisine bu dilde övgüler sunmasını murat etmişti, o da bu vazifeyi Rabb’inin nasip ettiği ölçüde yerine getirdi.

Bu veciz sözler, o zatın simasının zamane neslinin kalbindeki yansımaları, hikmet ve izzet göstergeleridir. Tek bir bahçe manzarasına bunca anlamlar yüklemiş, kitaplarında Adem’in yaratılışından kendi zamanına, Cihan hükümdarlarından aşk ehline, kuşlardan böceklere kadar pek çok unsuru dile getirmiş, aklı yeryüzü ve göklerin ötesine geçip yedi gezegene kadar uzanmış; sadece kainata değil, yüce Arş’ın tahtına, Miraç hadisesine tanıklık etmiş Peygamber efendimiz sidretü’l-müntehâya ve Kabe kavseyne nazar salmış.

Hazreti Cebrâil’in “Ey Resul, bundan ötesine geçemem.” dediği gibi, o yüce zatın temaşa ettiği makamlara da erişemeyiz; yalnızca onun bizlere armağan ettiği haber ve hikmet incilerine hayretle bakarız, o kadar.

Fânî ömrünün sonuna yaklaşırken, gelecek nesillere sonsuz iyilikler dilemiş, onlar da kendisi için dua etsinler diye niyaz etmiştir.

İşte bu satırlar da bu sebeple, o yüce zata saygı dolu bir armağan olarak kaleme alınmıştır.

Allah onu ve milletin tüm büyüklerini rahmetine nail eylesin, halkın dualarına mazhar kılsın.

Nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun!

media-ads-468x60

Döviz Hesaplayıcıwidget-title-icon

Veriler CBAR'dan alınmıştır: 29.06.2025

media-ads-160x600
media-ads-160x600